|
Hallerim Yanlış Cennete Ve Sahi Olmayana Dair H. İbrahim Türkdoğan
|
|
|||||
|
Öfkeli
İniltiler ya da Horror Vacui Hazmedemeyerek
yaşamak yaşamı. Tasasas sa ooohaahaa ratataarataa anasta finas koras
nianasto
ııımmm. Sayıklamalarla cehennemden anlatıyor, ra ta ta taaa ratatat,
dikenlerini bir, bir çıkarıp bana uzatıyor,
uçlarındaki kanı yalamam için. Ben,
Ben değilim, Ben bir başkasıdır. Beklentiler, anlam arayışları,
dizginsizlik,
zevk ve eğlence suç ve ceza, pişmanlık, acı ve kan. Ben bir
cehennem sakiniyim
diye fısıldıyor kulağıma, 19’umdan sonra yazmamaya karar
verdim, çünkü
sözcüklerim gerçekle çarpışmak
durumunda kaldı, bunu kaldıramadım. Cehennemi
tattım ama öncesinde düştüğüm
cennette yalınlığın yalnızlığını tattım. Gerçeği
kucaklayacak bir ödevim yoktur benim. Dedim ya: Ben, Ben
değilim. Varoluş şiirsel
değildir, varoluş kaba ve serttir, bana yakışmaz, beni
içeremez. Ahlâk beynin zayıflığıdır,
ahlâksızca kendimi
tüketmeği yeğledim. Seks, alkol, sigara, ot, absent,
sevişmemek. Bir temas
için cinselliğimi sattım, dokunulmamış etimi. Tanrının sevmediği
yalan cennette öteki yüzüme şahit
oldum hep. Ben, Ben değilim. Sıradan bir adamla seviştim, hastalığımda boğulmak için: Kendim’i görünce delireceğimi biliyordum, hedefim Ben olmamaktı -işte. Böyle işte. Bir domuzda aradım varlık’ın anlamını, bulduğumsa tiksinti, bulantı. Varoluş acınacak bir çöp yığınıdır. Son sözüm: Kan tükürüyorum. Ve
konuşmadı Rimbaud bir daha. Afrika
çöllerine sığındı ve çölde
kayboldu. Çölün gerekliliği: Ya tanrılarla
konuşursun ya da varoluş dilencisi
olursun, her iki durumda da kayıpsındır. Musa
yılanla konuştu, İbrahim Tanrıyla, İsa babasıyla konuştu.
Üstelik
İsa bir sperm değildi, doğrudan tindi, tinin kendisi.
Evren tininin
dünyasal versiyonudur. Hegel’in evren tininin
Hıristiyan suratlısı. Yanlış
bir cennettir Rimbaud’un
hezeyanı –sahi olanı görüp yaşayamamak.
Hıristiyan Peygamber ve Azizler çölde
tini tatmışlardı, tin olmuşlardı. Varlık
tin’dir. Tin’dir. Çöl: En
büyük
kayıp. Çöl: Dünyanın kara lekesi.
Çöl: Ay’ın karanlık
yüzü. Çölde ya Azizsin ya
da Azizin hizmetçisi. Başka da olamazsın.
Çölde çöl olursun. Azizlerin ve
hizmetçilerinin ana korkusu Horror vacui;
çölü çölden kurtarmak
adına onu
doldurmak gerekir, çöl dehşet saçan bir
Hiç’tir, uçsuz bucaksız bir vakum, bu
nedenle de ilahileştirilmesi, şefkatli anneye
dönüştürülmesi gerekir: Tanrı,
melekler, resuller, peygamberler, azizler. Ana rahmine nihai
dönüş, hep
birlikte. Çöl cehennemdir, demek ki cennet de ancak
tinde varolabilendir.
Düşünen hayvan düşünce yetisini
sonuna kadar kullanmasını bilseydi, vakuma
yenilmeyecekti. Ben
düşünmüyorum,
düşünülüyorum ben. Bu bir
sözcük oyunu değildir. Ben, Ben
olsaydım düşünebilen olacaktım ama Ben bir
başkasıdır, Ben, şu etten ve
kemikten oluşmuş çamur,
düşünmüyorum, sadece
düşünülüyorum. Ben
düşüncemin
sahibi değilim. Ben çalışmıyorum ve asla
çalışmayacağım! Başkaldırıyorum
-ölüme! Ben İsa’nın ne oğluyum ne de
kayınpederi. Ve usumun kölesi değilim.
Usun karabaşları olan filozoflara sesleniyorum: Kalın
dünyanızda, kendinizi
hapsettiğiniz us dünyanızda! Kendinizi yargıladınız, ezelden
beri ve her zaman
için. Metafiziğe sırt çevirmekle felsefeyi
öldürdünüz. Metafizik sorar:
“Neden
bir şey var da Hiç yok?” Akan sular durur. Pratik
ahlak anlayışını düzen Kant,
işini pekiyi biliyordu, her birimizi sahiplendi ve her birimizi birer
küçük
Tanrı yaptı: Kategorik buyruk! Herkesin buluştuğu mekân.
Başkaldıran herkes
burada birleşir, Katoliğinden anarşistine kadar,
çünkü her biri hak talep eder.
Düşünen hayvan, ne çabuk da ahlaksal
hayvana dönüştü. Lanetliyorum
tüm dinleri, putları, Tanrıları. Lanetliyorum kadınları,
erkekleri, tüm
varolanları. Lanetlemek için doğdum ve en son kendimi
lanetliyorum. Sırtımı
kasırgaya yaslayarak loş duvarımı seyrediyorum, kırmam gereken son
duvarı:
Varoluş duvarını. Ardını görebilmekteyim. Tepenin doruğuna
tırmanıyorum,
arkamda başı ve sonu bilinmeyen insansal cinayetler, savaşlarda
haykıran yaş topraklar,
kellesi kesilmiş ya da koparılmış milyonlarca
çiçek çeşitleri. Hiçbir
tatlı söz
kalmadı, ra atata tata ratata, figaraso, igara, misaras ina mis
missato,
karabasan misali çiğneniyorum sert ve kaba adımlarla,
beynimin ezilerek
kafamdan dışarıya nasıl dağıldığını seyrediyorum, cesetler
pazarındayım, tam
ortasında, serbest pazarın en yüksek ahlaki boyutu, satın
alabileceğim
cesetler, her türden, her cinsten, her yaştan, her renkten.
Lanetliyorum tüm
cesetleri, lanetliyorum kendimi ve kendi cesedimi. Siz Azizler, mezar
süslemekten başka ne işe yararsınız! Eskiden, ölen sevgilisinin etini yiyen yamyamlar, sevgilileriyle Bir olmak için bu doğal ibadeti uygularlardı. Bugün reel serbest pazarda birbirlerini yiyen Azizler ebedi mutluluktan, dinsel ahlaktan, insanca yaşamaktan, eşitçe haklardan, eşitçe özgürlüklerden söz ederler. Lanetliyorum özgürlüğünüzü ve eşitliğinizi ve haklarınızı. Beni kendinize eşit edemezsiniz, kutsal kitaplarınızdaki ahlak cinayetleriniz sizin olsun, sizi aziz yamyamlığınızla baş başa bırakıyorum. Kahkahalar
ya da Elan Vital Karanlıklaştırılan
Hiç, olmak ve
olmamak, var olmak ve olmak. Ve bir daha olmamak ve henüz
olmamak ve var olmamak.
Olmak olmamaktan daha mı iyidir? Neden var şu insan, şu böcek?
Çok mu önemliydi
olması? Yoksa önemsiz oluşu mu var etti onu? Olanın soruları.
Ontolojik veba,
vebaların vebası, müptelanın kraliçesi. Bu soru
karşısında intihar etmek çok
komik olurdu, çünkü insanın
yanıtlayabileceği bir soru değil, sadece
kusulabilir. Ancak Tanrının intihar etmesini beklerdim,
kusmasındansa. Çünkü
ancak Tanrı’da arardım bu yanıtı, o ki, Herşeye muktedir
olandır. Ancak bu
soruyu Tanrıya yöneltmek Tanrının intihar etmesini
gereksizleştirir, zira bu
soru Tanrıyı öldüren tek eylemdir. İlacı olmayan bir
soru. Kendini din ilacıyla
avutan dinli ve buna karşı olmakla kendini daha fazla aldatan dinsiz
bir ebedi
Hiçlik uykusundadırlar. Uyanmaları imkânsızdır.
İkisinin sevişmesi evrensel bir ensest
olurdu. Her
metafizikçinin sözcüğün
gerçek anlamıyla boğuştuğu bu soruya
Bergson da yanıt arıyor ve elan vital ile
“çözümlüyor”.
Horror vacui’yi
(boşluktan iğrenme/korkma) elan vital’le (yaşamın canlılığı)
doldurmak. Çözümü
olmayan ve
çözümü olmadığını bilerek
yanıtlamaya çalıştığın soru negatif bir beyin
jimnastiği olmamakla birlikte, beynine ve ruhuna kreatif bir alan
sağlar ve
başı ve sonu bilinmeyen bir tiyatro oyunu sergiler. Bu senin oyunundur.
Bilmen
gereken tek şey: Yaşamdan, yaşamından ne istiyorsun? İşte buna
göre oyunu kurar
ve sahnelersin. Seyircisi olmayan bu oyunun tek oyuncusu da sensin.
Camus, evet
dedi absürde ve yarattığı ahlak
çerçevesinde başkaldırıyla bir anlam kazandırdı
varoluşa, varoluş eziyetinin sonsuz olduğunu bildiği halde.
Sartre’de önce
tiksinti uyandı varoluşa karşı. Her şeyden fazlasıyla mevcut, her şey
fazlasıyla tiksinti verici, her şey reçel. Ancak bir
çözüm bulmak gerekirdi, yaşama
devam etmek için. Nedir bu? Reçeli ballandırmak,
erotikleştirmek yani Varlık
ile Hiç’i evlendirmek. Daha önce
Varlık’ta bir (kara) delik oluşturan Hiç,
şimdi Varlık’ın ayrılmaz eşidir artık. Varlık ve
Hiç el ele, bir ontolojik
nikâh. Hamlet ile Ophelia nihayet aynı yastıkta
yaşlanacaklar. Heidegger ise bu
çifti varlık gülleri eşliğinde doğduğu kasabanın
kilisesinde zangoç ruhuyla
nikâhını kıydıktan sonra Kara Ormana yollayacaktı -balayına.
Romantik bir
ontoerotizm el sallamakta geride seyredenlere. Güler misin,
ağlar mısın?
İkisini de yaşayabilirsin hatta ikisini de bir anda yaşayabilirsin bu
görkemli
çift karşısında. Sorun nedir? Sorun nihilizmi aşmaktır!
Düşünen, düşünebilen ve
bu metafizik soruyu sorabilen insan yaşamı sorgulayarak
anlamlandırmak ister,
verili sistemlerle, mevcut geleneklerle yetinmez –haklı
olarak, eğer intihar
etmek istemiyorsa. (Başka
yönüyle: Nihilizmin
topyekûn yıkıcı gücü karşısında yaşama
istencini vücuda getirmek isteyen
filozoflardan biri de Bergson’dur. Yaşamak
istenci, yaşamak enerjisi olan ve yaşama coşku ve heyecan katmak
isteyen
Bergson, varoluşu duyumsayarak yaşamanın ve duyumsayanın iç
dinamiğini ve
yaşanılanın bir tekliğinin yani tekrarlanmazlığının
gücünü vurgular, bu gücün
us ile yeterince ifade edilemeyeceğini söyler. Yaşayanın bir
yaratıcı süreci ve
anları vardır ki, bilim ve us bunu ancak içeriği keyfince
doldurulan
kavramlarla ifade edebilir. Bilgi bireyin kendisinde
deneyimlendikçe elde
edilir. Camus’nün hoş bir sözü
vardır, tam yerinde: Ormanın özelliklerini
bilimsel olarak açıklamamıza karşın, kendimizi
içine attığımızda yaşadığımız
duygular ifade edilemeyendir, gecenin karanlığında esen
rüzgâr eşliğinde
seslenen ağaçlardan ve konuşan hayvanlardan korkarız.
Sezgilerimiz,
içgüdülerimiz,
dürtülerimiz us ile yeterince ifade edilemez. Peki,
ama Hiç’i ne
yapacağız? Onu bildikçe yaşama coşkumuz olacak mı? Beni bir
halden çıkarıp
öteki bir hale sürükleyen ve
üstelik hiçbir halde hiçbir şey
halletmemi
istemeyen Hiç’i ne yapacağım? Bir ontoerotizm sadece bir halimdir, oysa ben her an bir başka şeyim ve bir başka şey yaşamaktayım, üstelik duyumsayarak yaşadığımı düşünüyorum, duyumsadığımı bildiğim için kendimi Hiç’ten fırlatılmış hissediyorum -varoluşun kalabalığına. Varoluşun kalabalığını Sisifos misali yaşamak istemiyorum, intihar etmek istemediğim gibi. Bir zangoç ruhu ise midemi bulandırır, evet, buna zangoç-bulantısı diyorum, bulantı hallerim pek fazla, işte bir kaçı daha: Din-bulantısı, insan-bulantısı, ahlak-bulantısı, us-bulantısı, cinsel-bulantı, gelenek-bulantısı, halk-bulantısı, kadın-bulantısı, erkek-bulantısı ve daha birçok bulantı. Ve bir de tüm bu bulantılarımı kahkahalarımla bulandırdığım ve dağıttığım yaşama coşkum vardır ki, adına Hiç diyebiliyorum. Hiç, bir vakum ise eğer, kahkahalarım içinde yankı yapmaktan başka ne işe yarar, üstelik bunlar delirme kahkahalarıdır bazen, bazen de çıkmaz sokakta olmanın verdiği hüzünlü kahkahalar, bazen de varoluştan aldığım içten kahkahalardır, ciğerlerimin sesi. Bazen de Bergson’un elan vitali ile sevişmektedir kahkahalarım. Hatta bir erkeğin bir kadını sevdiği gibidirler. Fakat Bergson’un metafizik sorusuna getirdiği “çözümü” sorunun çözümü olarak görmüyorum. Diğerleri gibi o da nihilizmi dolaylı aşma peşinde. O da Hiç’e tecavüz etmekten başka bir şey başaramamaktadır, kaldı ki Hiç’e karşı her eylem eylemciye anında geri döner. Nefesim
daralıyor, boğulmamak için Hintli bir rahip gibi mağaraya
sığınıyorum. Fakat benim
adını anmayacağım post-modern mağaralarım var. Hiç’i
düşünmek, düşünmemek demek
değildir. Hayır, bu
tam olmadı, başka sözcükle deniyorum:
Hiç’i tasavvur etmek, tasavvur etmemek
değildir. Evet, bu yerinde bir sözcük. Peki, ama ne
demek bu? Öyle ki, Bergson
bu tümceyle Varlık üzerinde zafer kazanacak kadar
coşkulanmaktadır. Her şey
yalanlanabilir, usun kuralıdır bu. Her entite (varolan), bu en
yüce entite de
olsa, yok edilişe dek düşünülebilir,
düşüncede yok edilebilir. Eğer
Hiç’i yok
düşünürsem, evet, Hiç’i
yok düşünürsem, yok edebilir miyim? Evet,
ama yerine
bir boş alan düşünmek zorunda kalırım, onun
silüetini ya da bir boş yer. Demek
ki Hiç’i düşünmemekle yerine bir
boşluk düşünürüm, tam olarak: Bir
boş yer. Ne
yapmaktayım bununla? Paradoks yaratmaktan başka hiçbir şey.
Ama kanıtlamak
istediğim bir şey var, o nedenle bu paradoksa gereksinimim var. Eğer
varolmadığını düşündüğüm bir
nesnenin kavramı (adı), tıpkı varolan gibi bir
içerik taşıyorsa (az ya da çok içerik,
önemi yok), bu içeriğe boş alan da desem,
yadsımayı evet’e
dönüştürmüş olurum,
hayır’ı evetlemiş olurum. Neticede Hiç’i
Varlık’la evlendirmiş olurum. Ancak bu birlik ebedi bir coşku
içerisinde
beraberliğini sürdürecek kadar hayat doludur. Hayatım
ve hayatımız neyle dolar? Neyle doldurulur? Yine hayatla. Bu hayat her
ne
olursa olsun. Hayattan başka ne var? Hiç. Hiç,
pusuda bekler. Ansızın çıkar karşımıza. Bazen güzel
bir kadın gibi, çekici bir
erkek gibi, bazen bir çirkin ruh gibi ve bizi şeytan
çemberine kapatır.
Bocalarız, tıkanırız, başımız döner, korkuya teslim oluruz,
korkuyla en büyük
mücadelemizi veririz: Yaşam mücadelesi. Son
nefesimizde yine Hiç’le karşılaşırız. Hiç’in
tek özelliği var: Özelliksiz olması. Hiç, hiçtir, Hiç, olmayandır, Hiç, hiç olmayandır, Varlık, her şeyi kapsayandır. Hiç’te hiçbir şey yok olamaz. Hiç, hiçbir şeydir. Hiç. Bu metnin yayımlandığı yer: Aç Yazı, sayı 3, 2015.
|