|
Hayyam ve Stirner’in Us
Eleştirisi Hayyam
Odaklı Karşılaştırmalı Bir İnceleme H. İbrahim Türkdoğan İçindekiler |
|
|||||||
|
|
GirişHenüz Türkiye’de yaşarken ilk ve ortaokul öğrenciliğim döneminde Ömer Hayyam’ın adını duymuş olabileceğimden yola çıkıyorsam da, Hayyam’ın rubailerini tanımış olabileceğimi sanmıyorum. Daha çok Rumi, Hafiz, Yunus Emre ve başka şairlerle ilgilenmiştim. Hayyam’ın rubaileriyle esasen Max Stirner’in “Der Einzige und sein Eigentum” (Biricik ve Mülkiyeti) adlı eserini okuduğum dönemlerde karşılaştım. Bu düşünürlerin birbirleriyle yakınlığını hemen farketmiş olmama karşın, düşüncelerini tamamen rasyonalist bir açıdan inceliyordum henüz. Böyle bir yöntemle soruna yaklaşmak aslında işin kolay yanıydı. Çünkü bu yöntem alışılagelen pedagojik düşünce ve öğrenme yönteminden kaynaklanır. Bir genç insan bu yöntemle şüphesiz çatışmak durumundadır. Aynı dönemde Stirner üzerine okuduğum bir kitapta Hayyam’ın Stirner bağlamında anıldığına ilk kez rastladım. H. Stourzh, “Max Stirners Philosophie des Ich” (Stirner’in Ben Felsefesi) adlı kitabında Hayyam’dan tek tümceyle söz etmişti. İlgimi çekmiş olmasına karşın, konuyla yakından ilgilenecek durumda değildim. Toplumsal zorluklarla mücadele içinde olan bir genç bu çalışmaya gereken ilgiyi gösteremezdi. Ta ki yıllar sonra Hayyam’ı sadece bir şair değil de, aynı zamanda bir filozof olarak görmeye başlayınca konuya yeniden yöneldim. Bu arada Batı felsefesi yanı sıra Doğu ve oryantal felsefesine de yönelmiştim. Ve alışılagelen rasyonel düşünme tarzının tuzaklarını görebilmekteydim nihayet. Stirner, bu düşünce sistemini Batı’da eşine rastlanmayan köktenci bir yaklaşımla analizlemişti. “Rezensenten Stirners” (Stirner’in Eleştirmenleri) adlı eserinde şöyle yazıyor: “Stirner’in söylediği bir sözcük, bir düşünce ve bir kavramdır; söylemek istediği ise, ne bir sözcük, ne bir düşünce ve ne de bir kavramdır. Stirner’in söylediği söylemek istediği değildir ve söylemek istediği söylenemez.”[1] Stirner bununla kendisine içinden çıkamayacağı ve çıkmak istemediği bir tuzak kurmuştu. Bu tuzak, dillendirilemeyeni (söylenemez-olanı) dillendirmek isteyene melankolik bir çıkmaz olarak yansır. Buna
karşın
düşünmek ve yazmak bir felsefeci için
kaçınılmazdır. Yazarın yetenekleri dilin
sınırlarına kadar uzansa da ya da dilin sınırları yazarın yeteneklerini
zorlasa
da yazmaktan vaz geçemeyecektir yazar; edebiyat, şiir,
müzik ve tüm sanatsal
yaratıları felsefe disipliniyle içselleştirip,
dillendirilecek olanın, en
azından bir krokisini çizmeye çalışacaktır. Bu
inceleme rasyonel yöntemden
uzaklaşmaksızın ratio’nun sınırlarında karşılaştırmalı bir
tartışma sunmaktadır,
özellikle Hayyam-Stirner bölümünde
bu çıkmaz kaçınılmaz olarak kendini
tattıracaktır.
“Kitabımın 905. sayfasında
üç
Farslı dahi hakkında yaptığım değerlendirmeyi, özenle elde
ettiğim bilgilerden sonra, Ömer Hayyam’ın lehine
kullanıyorum: Onların arasından Hayyam’ı en asli bulduğumu söylemek isterim.”[2] -Ludwig Klages- Hayyam ve Johann Wolfgang von
Goethe
Goethe 1819’da yayımladığı “West-Östlicher Divan” (Doğu-Batı Divanı) adlı eserine Joseph von Hammer-Purgstall’ın “Geschichte der schönen Redekünste Persiens” adlı çalışmasını temel alır. Bu yazıda tanıtılan 200 şiirden 25 tanesi Omar Chiam imzasını taşıyor. Ancak Joachim Wohlleben, Goethe’nin Hayyam’ın şiirleriyle yakından ilgilenmediğini vurguluyor.[3] Bilinen şu ki Goehte hiçbir zaman Hayyam’ın adını anmamıştır. Hayyam’ın Almanya’da şair ve filozof olarak pek tanınmadığının nedeni büyük bir olasılıkla Divan’da Hayyam’ın adının geçmemiş olmasındandır. Hayyam’ın Alman edebiyatıyla bu “şanssız karşılaşmasın”dan ötürü üzüldüğünü belirten Wohlleben, geniş çaplı incelemesiyle Hayyam’ın Alman edebiyatı için değerini takdir ederken Almanların Fars şiir edebiyatına olan ilgisi açısından Hafiz, Hayyam’a gölge düşürmektedir[4], der. Çünkü Hafiz Goethe’ye göre Fars şiir edebiyatının ve şairlerinin en büyüklerinden biridir hatta en büyüğüdür. Diğer taraftan Goehte’nin Hayyam’a neden ilgi duymadığını, aşağıda açıklamaya çalışacağım gibi, tahmin etmek mümkün, eğer Goethe Hayyam’ın şiirlerini gerçekten okuduysa. Ama neticede bu konuda kesin bir kanıt yok. Diğer taraftan şu soruyu sorabiliriz: Goethe, Hayyam’ın tüm rubailerini yakından inceleseydi, acaba Ludwig Klages gibi Hafiz hakkında fikir değiştirip Hayyam’ı “en asli deha” olarak görür müydü? Bu noktada başka sorular da akla gelebilir: Acaba Nietzsche, Hayyam’ı tanıyor muydu, tanısaydı, değerlendirmesi ne olurdu? Schopenhauer’in eserlerinde de Hayyam’ın adına rastlanmamaktadır, oysa Hafiz’i okuma şansına sahip olmuştu. Goethe gibi bir otoritenin etkisi buradan da anlaşılmaktadır; Alman düşünür ve edebiyatçıların büyük çoğunluğu Hayyam’ın adını hiç duymamışlardı oysa Hafiz herkesin ağzındaydı. Hayyam’ı bu yazımda çeşitli Batılı düşünür ve edebiyatçılarla karşılaştırırken, Goethe’nin Divan’ınıyla başlamak yerinde olacaktır; o, incelememiz boyunca bize eşlik edecektir. Schiller’in 1805’te ölmesiyle edebi eserlerinin tamamlanmış olduğunu düşünen Goethe, 1814’lerde ilk kez yaratıcı gücünün yeniden doğduğunu keşfeder ve bu kez insanlığın ilk vatanı diye adlandırdığı Doğu’ya tüm ruhuyla yönelmeye başlar. İşte bu dönemde oluşan Divan Goehte’nin son büyük şiir kitabıdır. Son versiyonu 1827’de yayımlanır. Hafiz’in şiirleri Goethe’de öylesine derin bir hararet ve ihtiras uyandırır ki, Hafiz Divan’ın protagonistine yükselir. Hafiz ve Goethe iki ayrı yerden uzanan ama aynı denize akan iki nehir gibi şiirde tek vücut olurlar. Hafiz’in ikiz kardeşi olduğunu şiirlerinde dile getiren Goethe, Hafiz’de nihayet teselli bulur ve Batı insanına eleştirel bakmayı da esirgemez. Hafiz, Goethe için Fars şiir edebiyatının asıl şairidir. Goethe’ye göre Fars dilinin liriği Hafiz’le doruk noktasına ulaşır. Peki ama Goethe’nin Hayyam’a ilgisizliği nedir ya da ne olabilir? Bence asıl neden
Hafiz’in şiir üslubu ve içeriğinden
kaynaklanıyor. Hayyam’ın ardılı Hafiz,
Hayyam’dan çok şey devralmasına karşın, tinsel ve
ruhsal gücünü daha çok
gazellerde resimledi. Hayyam’sa ne gazelde ne de arabeskte,
sadece rubayatta
kendini ifade etmeye çalıştı: Rubailerinde Varlık ve
Hiçlik felsefesini işledi.
Goethe, gazellere özel bir ilgi ve haz duymaktaydı, bu, okurun
gözünden kaçmaz.
Gazel esas itibariyle âşk konusunu içerir. Rubayi
ise tam anlamıyla kesin
düşünce liriğidir. Buna bağlı olarak
Hayyam’da bir taraftan bireysel bir tarzda
dünyasal haz, başkaldırı ve irade özerkliği diğer
taraftan da melankoli,
teslimiyetçilik, ümitsizlik, karamsarlık ve
“kadercilik” iç içe
geçerler. Daha
sonra göreceğimiz gibi Hayyam, bu konularda temel duruşunu
beyan eder ve
felsefi içtepisini onların ışığında dile getirerek
düşünce ve duygularını
birbirleriyle kaynaştırır. Hayyam’ın
düşünce dünyasına sadece bir göz
atmak ve
yönelim kazanmak için bu konuları birbirinden
ayırmak ve hatta gerekirse onları
kategorileştirmek birçok Batılı için neredeyse
olanaksız gibi görünüyor. Son
aşamada kendini bir tür vazgeçişe bırakan
Hayyam’ın tersine Goethe yaşama karşı
asla bir yılgınlık göstermez. Hayyam Tanrı’yı arama
yolculuğunda ikilemler
yaşar sürekli ve Tanrı’nın varlığını sorgular, hatta
Tanrı’yı tahkir eder. Tanrı’yla yergisel melankolik sohbetlerinde hem tanrıtanımazdır hem tanrısaldır, bazen bir komedyen gibi davranır ve poetik nüktesinin karakteriyse iğneleyicidir, öyle ki her düşünceyi imha etmeye yönelir. Ciddiyet ve nükte Hayyam’ın rubailerinde mizahın esas öğeleridir. Bu, Hayyam’ın her şeyi geçici ve anlamsız olarak gördüğü felsefi duruşundan kaynaklanır, yine bu felsefi duruştur ki Hayyam’ı doyasıya güldürür. Dolayısıyla Hayyam, rasyonalizmin zincirlerini bir bir kıran özgür düşünceli bir başkaldırandır. Hakikat ve sevgi Hayyam için inanç meselesi değildir. Dinsel ve rasyonel dogmatizmin kurulu düzenlerine tahammül edemez. Âşktan sarhoş Hayyam, görünüş itibariyle bir güvence sunan gerçeklikle alay eder. Goethe’yse sevgi ve insanlık faktörlerine değer biçer ve onlara güvenle sarılır, tutunur. Goethe eleştirir, kendini muhafaza eder, Hayyam ortalığı karıştırır, saldırır, geri durmaz ve meclisbozandır. Her tür otoriteye düşmanca yaklaşır, bilim camiası ve terakki zevkle alay ettiği kurumlardır. Hayyam’a göre her şey geçicidir ve hiçbir şeyin sahici bir anlamı yoktur. Goethe iyileştirmek ve ilerletmek ister, Hayyam hâyâl kırıklığı ve ümitsizlik içinde vazgeçişi, unutmuşluğu seçer ve Goethe’nin tersine insanların mutluluğuna ya da gelecekte bir gün mutluluk içinde yaşayacaklarına inanmaz. Neticede Goethe hakikate inanır, Hayyam’sa şüpheci ve bilinemezcidir. Tüm bunlara karşın, iki şairi yakınlaştıran kaçınılmaz benzerlikler de var. Goethe’de Hayyamsı çeşitli şiirler bulmak olası. Vanitas! Vanitatum Vanitas! adlı şiirinde Goethe, meselesini Hiç’e bırakır. (Stirner’in felsefesini temellendiren bir tümce). Şiirin edebi üslubunu bir an göz ardı edersek ve daha çok içeriğine dikkat çekersek, Hayyam’la kesin paraleller gözükmektedir. Kısaca özetlersek: Bir dönemin insan dostu Goethe, sevgiyle insan dünyasına katılır, her mekâna girer çıkar, her şeyi dener, acıyı, mutluluğu, sevgiyi, âşkı, parayı ve daha nicelerini, birçok yolu yürür ve engelleri aşar, ta ki her şey onun gözünde anlamsızlaşana dek, işte o noktada Goethe, meselesini Hiç’e bırakır. Tek tümceyle: Her şey oldum ama hiçbir şeyin değeri yoktur, her şey boştur. Bu tümceler tam da Hayyam’ı ifade ediyor. Şiirde Goethe’nin hâyâl kırıklıkları yaşadığını ve geçicilik duygusunu tattığını görüyoruz: Hayyam’da esas duruş ve esas kanaat olan bu durum Goethe’de yüzeysel bir durum olarak yansıyor. Ciddi bir kanaatten daha çok “duyguların geçici zedelenmişliği” gibi gözüküyor ki, bu zedelenme iyileşecektir, iyileşmesi gerekmektedir. Ancak bu yüzeysellik Goethe’nin Tatlı Ksenia’larında daha bir kesinlik kazanır. Buna karşın, Wohlleben’in tersine, ben Hayyam’la paraleller görmekteyim. En azından birkaç Ksenia’larında şair dünya düzenini sorgular; Hıristiyan ve rasyonel dogmatizm Goethe’nin eleştiri konusu olur. Ama ne var ki kabarmış mutsuzluğu engellenemeyecek noktaya gelince Xenion oluşabiliyor. Bu nedenle yüzeysel kalmaktadır; dolayısıyla Tatlı Ksenia’lar kurgusal olmamakla birlikte, geçici bir düşünce ve duygu zedelenmesinden kaynaklanmaktadır. Sonuçta Goethe’nin duruşu savunmadır, Hayyam’ınsa tam bir taarruz. Öyle ki dinsel ve felsefesel dogmatizmin tümüne yönelen bir saldırı. Bu da, daha sonra göreceğimiz gibi, düşüncenin mantığın esiri olmaktan kurtarılmasıyla sonuçlanmaktadır. Hayyam
ve İki Eleştirmeni Gilbert Keith Chesterton ve
Fernando Pessoa “Kitabını okuduğum bir eleştirmen Omar’ı [Hayyam’ı] tanrıtanımaz ve materyalist adlandıracak kadar tasavvur edilemeyecek bir aptallık kanıtlamaktadır. Biri ya da diğeri olmak için oryantal biri için olanaksızdır; Doğu ancak metafiziği çok iyi anlar.”[5] Chesterton, muhafazakâr Hıristiyanlığını muhafaza ederken Hayyam’a bu sözlerle saldırır. Hayyam gibi oryantal bir düşünür ise bu ifadeyi huşu içinde karşılar ve iğneleyici gülüşlerle kadehini kaldırır: Ateşperestlerin şarabıyla sarhoş olan benim! Kâfir, zerdüştî ya da putperest olan benim! Her fırka beni bir başka türlü zanneder, Ben kendimin efendisiyim; nasıl isem, öyleyim.[6]
Gülme ve ağlama gibi insan özellikleri Hıristiyan dininde kalbe tekabül eder. Kalbin sakinleriyse Tanrı ve töredir. Buna göre Hıristiyan, dinden başka hiçbir şeyin insanı mutlu edemeyeceği inancından yola çıkar.[9] Chesterton, şarabın bir takdis olduğunu vurgulayarak Hayyam’ın şaraba yaklaşımını iyileşmek için kullanılan bir ilaç olarak adlandırır: Tinsel ve düşünsel zaafı aşmak, bunlardan kurtulmak için alınan bir ilaç. “İsa, şarabı bir ilaç değil, bir takdis olarak yorumladı, Hayyam ise onu bir takdis değil, bir ilaç olarak yorumladı.”[10] Hayyam, Tanrı merhametine gereksinim duymadığı gibi şarabı bir düşkünlük ve bir saplantı olarak yorumlamıyor. İncil ile kokain arasında bir fark yoktur Hayyam’a göre; o, her ikisinde de bir saplantı, bir obsesyon görür ve ikisini de ihtirasla reddeder. Hayyam ayrıca şarapla can sıkıntısını da gidermez, amacı şarapla mutlu olmak değildir; acılarını unutmak için de içmez ve ne de ümitsizlikten kurtulmak için. Şarap içmekle Hayyam, ruhuna ne iyilik kazandırır ne de kötülük. Sevgi adına da içmez, nefret adına asla. Hıristiyanlığın savunucusu püriten Chesterton’a oranla Fernando Pessoa Hayyam’ın yaşam felsefesini çok daha iyi anlıyor ve Hayyam’ın gündelik felsefesini anlamamızı sağlıyor: “Gülleri seyrederek şarap içmek ona yeterli gelir. Hafif bir meltem, amaçsız ya da plansız bir sohbet ve çiçekler eşliğinde bir kadeh dolusu şarap. İşte Farslı bilgenin yüksek arzusu bu noktada doruk noktasına ulaşır.[11] Bu tümcelerin Hayyam’ın felsefesini içerdiğini ısrarla belirterek şunu eklemek isterim: ‘Ne çok iyi ne de çok kötü bir evin varsa, ne efendi ne de köleysen, yoktur senden daha iyisi.’ Pessoa şu sözlerle Hayyam’ın felsefesinin özünü vurgulamış oluyor: “Hayyam’ın usancı
ne yapmak istediğini bilmeyen ve ne de bir şey yapamayan birinin usancı
değildir. Bu usanç dünyaya ölü
olarak gelenlerin usancıdır, yaşamlarını resmi
olarak kokain ve morfin üzerine kuranlarındır.”[12]
Pessoa, tümcesini şöyle bitirir: “Bu
usanç açık seçik
düşünüp her şeyin
karanlık olduğunu tespit edenin usancıdır; tüm dinleri ve
tüm felsefeleri
düşünüp taşan ve sonra Süleyman
gibi konuşanın usancıdır: Her şeyin tinin
kuruntusu ve reddi olduğunu
gördüm…”[13]
Şüphe yok ki Hayyam, yaşamla yüzleşerek, yaşamın
yüzüne bakarak şunu der: Her şey
geçicidir, aramayın hakikati, şu olanaksızlığı, her şey
anlamsızdır, neden
geldiğimizi ve neden gideceğimizi hiçbir zaman
bilemeyeceğiz. Ve kadehini kaldırarak seslenir bize:
“İçin! İçin!” İrade ve Tasarım olarak Dünya
Hayyam
ve Arthur Schopenhauer
Dış dünya bireysel bilinç olmaksızın nesnellik içermez. Her birey dünyayla girdiği ilişki kadar dünyayla ilgilidir. Yaşayan bir özne olmaksızın varoluş denilen şey düşünme kapsamında olamıyor. Özne düşündüğü ölçüde de kendisinin nesnesi olabiliyor. Dünya bilincimize yansıdığı ölçüde dünya olabiliyor: Dünya bireyin bilincidir. İç dünya duyumsandığı ölçüde bireye soğuk ya da sıcaktır, haz ya da acı vericidir; acı ile hazzın algılanması ve dışa yansıması bireyseldir. Her bireyin acısı ve hazzı bir diğer bireyinkinden her zaman ve her koşul altında farklıdır. Diğer taraftan haz ve acı, iyimserlik ve karamsarlık ilk bakışta iki farklı dünya görüşü, iki ayrı yaşam biçimi gibi gözükebilir. Hatta bazı filofozlara göre bu ayrım çok büyük olacak kadar dikkat çekicidir. Ancak her şeye karşın insan her ikisini de kendi yapısına ve dış koşullara bağlı olarak bir arada yaşar. Bilindiği gibi Epikür, doğrudan mutçuluk felsefesini öğretir; bu felsefeyi haz elde etmek ve hazsızlıktan kaçınmak olarak adlandırır ama dizginsiz bir duyumsal hazzı da öğretmez, çünkü Epikür’e göre bu haz acı olarak sonuçlanabilir. Oysa acıdan kaçınmak gerekir, şu an acı çekiyorsanız, daha sonra tekrar haz alacağınız içindir. Hayyam, haz ile acıyı birbirinden kesin olarak ayırmaz ve iyimserlik ile karamsarlığı da birarada yaşar. Bununla Epikür’e pek yaklaştığını söyleyemeyiz. Diğer taraftan Epikür’ün toplumsal saplantılara dönüşmeden dostluk ve kardeşlik içinde ruhsal dinginliğin yaşandığı gül bahçesini Hayyam’ın da arzttiğini kaydedebiliriz. Dünyayı değiştirme ya da onu herhangi bir sisteme entegre etme isteminde bulunmaksızın dostlarla var olma hazzı Hayyam’da güçlüdür; melankoli onun hâyâl kırıklığını, başkaldırısını ve acıyı geride bırakma istemini simgeler. Ancak yine de ne tam bir hazcıdır ne de acıda eriyip gider Hayyam. Bu noktada Stirner’in hazza yaklaşımını da göz önünde bulundurursak, hem Stirner hem de Hayyam açısından insanın ne iyimserliği ne de karamsarlığı ne hazzı ne de acıyı yaşamından tamamen silebildiğini vurgulamamız gerekir. Evet, Hayyam’da her iki yaklaşımın da mevcut olduğunu ve her ikisinin de aynı güçte olduklarını kaydetmek gerekir. Hayyam’ı biraz daha yakından tanımak için başka bir düşünürle, Schopenhauer’le karşılaştırmak anlamlı olacaktır. Hayyam’ın karanlık ve kasvetli rubaileri kesinlikle hemen Schopenhauer’in karamsar felsefesini çağrıştırır. Acı, üzüntü, hazsızlık, ümitsizlik Schoperhauer’in düşüncesini temellendirir ve onun dünya görüşünün unsurlarıdır. Bununla Schopenhauer Hayyam’a gerçekten de yakındır. Anglosakson ülkelerde Hayyam’la Schopenhauer tam bir uyumluluk içinde anılırlar, ne var ki, yakından bakıldığında aralarındaki ayrım ve hatta uyuşmaları olanaksız olan karşıtlıkları belli olacaktır. Schopenhauer, İrade ve Tasarım olarak Dünya adlı eserine şu tümceyle başlar: “Dünya benim tasarımımdan ibarettir […] - Eğer her hangi bir hakikat a priori söylenebilirse, o budur işte.”[14] Demek oluyor ki, gördüğümüz Dünya şeyin bir görünüsüdür, bir görünüş ve bir Maya’dır. Şey hakkında henüz bir şey bilmiyoruz. Kant’ta henüz karanlık olan ve tam bir ifade bulamayan Kendinde Şey, Schopenhauer’de irade olarak belirlenir. Schopenhauer’e göre irade sadece “dünyanın kendiliğindesi” olmakla kalmayıp, aynı zamanda insan özünün ilk temeli ve insan varoluşunun kaynağıdır. Dolayısıyla her bedensel edim gerçekte iradenin egoist edimidir. İnsanı yönlendiren ne us, ne tin ne de herhangi bir düşüncedir, bizzat sadece iradedir. Budur insandaki esas ve temel dürtü. İrade, Schopenhauer’e göre, ne haz ne de mutluluk ne de sevgi içerir; irade hüzün ve acı demektir. Schopenhauer, insanda doğuştan var olan ve acı yaratan bir iradeden yola çıkar. Başka ifadeyle: İnsan acı çekmeye mahkûmdur. Savaş, mücadele, üzüntü, keder yaşamın özüdürler. Hatta Schopenhauer’e göre yaşamdaki kısa mutlu anlar bile acının daha güçlü bir biçimde insan bilincine çıkmasıdır. Ve ümitsizliğini Dante’nin cehennemi ile karşılaştıracak kadar karamsardır Schopenhauer: “Dante, cehennem için tüm malzemeleri bizim şu gerçek dünyamızdan başka nereden alabilirdi? Diğer taraftan mesele cenneti ve cennetteki neşeyi açıklamaya gelince, aşamayacağı bir sorunla karşılaştı; çünkü dünyamız böyle bir şey için malzeme sunmaz.”[15] Schopenhauer acı dolu bu iradeden, ne kadar paradoks gözükse de, kurtulmak da ister ve kurtuluşu neticede sanat ve acımanın (duygudaşlık) yanı sıra, asketik bir yaşam tarzında bulur. Bireyi bu üzüntü ve keder âleminden kurtaracak olan bunlardır. Nesnelerin görünüşteki gerçeğin fenomeni olduklarını Hayyam’ın birçok rubaisi de ifade etmektedir. Ama tasarımlananın ardında neyin saklı olduğunu adlandırmak Hayam’ın amacı değildir, en azından rubailerinde buna rastlayamıyoruz; bu konuda kesin bir yanıt almak için Hayyam’ın felsefi yapıtlarını da incelemek gerekir. Hayyam, rubailerinde daha çok hakikati arama meşguliyetinin anlamsızlığını irdeler ve sorgular. Şüpheli bakışlarla dünyanın gizemine kimsenin eremeyeceğine, hakikatin idrak edilemeyeceğine ve evrendeki bilmeceyi çözmenin insanın baş edebileceği bir mesele olmadığına dikkat çeker. Bilginler boş yere yasalar ve dogmalar üzerine kafa yorar, kimileri bir şeylere inanır, kimileri onları reddeder ama giz hiç kimseye gözükmemektedir. Diğer bir nokta: Haz, Hayyam’ın felsefesinde önemli bir yer alır; Schopenhauer’deyse hüzün esastır. Hüzün ve acı Schopenhauer’de sadece geçici ve anlık bir huydan kaynaklanmıyor, bizzat düşüncesi boyunca mevcuttur. Schopenhauer, acı olmadan düşünülemez. Ruhsal acıya Hayyam’ın felsefesinde de rastlamak mümkün, ama tıpkı haz gibi yaşamın bir parçası olarak mevcut; zaman zaman öne çıksa da hemen ardından hazzı görmek mümkün. Eğer Hayyam’ın bir öğretisi olduğunu söyleyebilirsek, o zaman bunun adına haz dememiz gerekir; hazza Stirner’de bol bol rastlarken, Schopenhauer felsefesinde hiçbir yerde rastlayamayız. Sükûnet içinde bir gülücükle yansıyan ve sesli sesli iç çeken bir Hayyam görürüz karşımızda. Sonsuz Hiç’in derinliklerine inene dek dünyasal varoluştan haz alır Hayyam’ın bilinemezciliği. Varoluşun an’larını tadarak yeryüzünde dostların topluluğunda bir cennet yaratır onun melankolik sözleri. Acıya mahkûm olan Schopenhauer’in iradesine Hayyam’ın hazzı karşılık verir. Başkaldırıya kadar varan ihtiras, Hayyam’ı edimsele iterken, Schopenhauer, iradeyi “öldürmek” ister. Hayyam, bu başkaldırıyla acısını dindirmeye çalışır. Hâyâl kırıklığı ve karamsar düşünüş tarzı Varlık’ın açıklanamaz oluşundan kaynaklanmaktadır, bu nedenledir ki Hayyam felsefi bir sistem sunmuyor: ne kendini ne de başkalarını herhangi bir düşünceye bağlamıyor. Dolayısıyla Hayyam, acıyı kabullenen fatalizmi seçmiyor, bizzat başkaldırıyor. Ayrıca Hayyam,
Schopenhauer’in tersine, belirlenimci, gerekirci bir anlayışa
sahip değildir,
şiddetle özgür iradeyi benimser ve insanın kendi
yaşamı hakkında kendisinin
belirleyici olduğundan yola çıkar; ihtirasla alevlenerek her
şeyin son bulduğu
yere, Hiç’e uzanır. Adsızlığın şairi Hayyam Tanrı
huzuruna çıkıp, Varlık
acısını ve bulantısını – şu Varlık ve Yokluk
belâsını – dile getirir. İhtirasın
ve ümitsizliğin bilgisiyle kavrulan bir edimdir ki, bu, aynı
zamanda hem bir
haz hem de bir başağrısıdır; sonu gelmeyen bu sohbette
Tanrı’ya, kafa dengi dostuna,
Varlık’ın her kademesinden geçen acılı mısralarını
tek tek dillendirir. İnançsız bir derviş, öğretisiz bir bilge ve “doğanın gizemini duyumsayan” bir düşünür için tüm açıklamaların ve ifadelerin tek adı var: işe yaramaz! Her bilginin arkasına bir soru işareti koyar Hayyam. Schopenhauer’de
irade yüce bir varlık, insanı esirleştiren
kötü bir cindir. Ona karşı gelmek
boş bir edim olur, çünkü insan ona
mahkûmdur. Karamsarlık ve mizantropi
Schopenhaer’in felsefesinin karakterleridir,
Hayyam’sa hâyâlkırıklığı
içinde
duyumsal gülüşlerle Hiç’te
kaybolur. Stirner’in dilinde konuşacak olursak, Schopenhauer’in iradesi bir saplantıya benzer, sabit bir düşünce gibidir. Schopenhauer, iradeyi kırmak ister, Hayyam’sa onunla birlikte yola çıkar. Sonuç:
Dünyayı betimlemede her iki düşünür
birbirlerine yaklaşırken, felsefi tabanda uzaklaşırlar
birbirlerinden: Hayyam’a
göre irade evrenin gizine
verilecek yanıt değildir, bizzat varoluşun
gücüdür o;
Hayyam, haz ve acıyı yaşamın özellikleri olarak anlar ve
evrenin gizemini bir
kavrama indirgemekten şiddetle kaçınır, bu nedenle şu
gizemli ifadeyle yetinir:
“Her fırka beni bir başka türlü zanneder,
ben kendimin efendisiyim; nasıl isem,
öyleyim.” Bırakın konuşsunlar aklın
köleleri; dünyanın yalnızca bir
bakışımız olduğunu ve her bakışa inanmanın bir saplantı olduğunu
anlayamayacaklardır. Bununla Stirner’in felsefesine girmiş
bulunuyoruz.
Meselemi Hiç’e Bıraktım!
Hayyam
ve Max Stirner 1.
Rasyonel düşünmenin sınırlarında
felsefe
Konuşulabilen,
sözcükleştirilebilen her şey ruhun
düşük güçlerince anlaşılır ancak.
Oysa üst güçler bununla yetinmezler: onlar
ta
ki ruhun kökene inmesine kadar ileri giderler. Bilin ki,
dinsel ve ideolojik
ruh kökene asla inemez. Tek bir şey vardır ki her iki yönüyle de tanırız onu: Ben! Tanır mıyız? Binlerce şeyi görüntü olarak bildiğimiz gibi onu da onlardan biri ve onların arasında bir görüntü olarak tanırız. Ama başka bir yönünü de biliriz ki, buna da içsel tanıma diyelim yani bir kendinde şey olarak. Kendimizden biliriz bunu. Bilir miyiz? İç, Farsçasıyla “derunî”, içimizden bilir miyiz? Ne kadar biliriz? Genel olarak gündelik dilde kullandığımız anlamda biliriz. Ben’in özellikleri de vardır ve her Ben bir başka Ben’e de benzemez. Benzemez mi? Ve benzemeler neye ve nelere dönüşebilirler? Biz’e. Ben’i bilmeden Biz’e dönüşürüz gündelik yaşantımızda ve dönüştükçe yapaylaşırız, yapaylaştıkça Ben’den yani iç’ten uzaklaşırız. Sonra bir daha Ben’e yöneliriz ve ardından yine Bizleşiriz ve böyle gider ta ki Varlık sonlanınca. Ya da eğer şansımız olursa Varlık sonlanmadan Hiç’le yüzleşip Ben’i son bir kez sorgularız. Stirner ve Hayyam’da hemen göze çarpan şey, ikisinin de özgür iradeyi önemsemeleridir. Ancak bu irade Schopenhauer’deki gibi her şeyin temeli değildir; esas olan Ben’dir. Her şeyin ölçüsü olan bu Ben’i dindirmek için haz, acı, keder, neşe ve öteki afekt ve insan özellikleriyle yüzleşmek gerekiyor. Ben yaratandır. Acı ve haz yaratanın yaşamında sürüp giden süreçlerdir hatta neticelerdir. Yaratıcı, gücüne göre neşeli ya da kederli olabilir. Bu yolda Hayyam, tıpkı Stirner gibi yaratabildikleriyle birlikte elindeki tüm olanakları kullanır. Her iki düşünür de ideolojikleşmeden düşüncelerden yararlanmasını bilir; materyalist yöntemleri en iyi şekilde kullandıkları gibi metafizikten yararlanmasını da bilirler. Egemenliğine girip hareket edecekleri belli bir üst-kategori yoktur; yürüdükleri yol düz bir çizgi de değildir. Usu yüceltmeden ve tini hakikatin tek yolu olarak görmeksizin onlardan yararlanmasını bilirler; us ve tinden medet ummazlar. Dinsel sunumlara alaycı yaklaşırlar hatta onlara göre her din, kâbe, putevi, tespih, haç kölelik demektir. Din bir ideolojidir
ve ideoloji bir dindir. Stirner, tanrıtanımazlara dindar derken,
ideolojileri
din gibi tasarladıklarına dikkat çekmek ister. Dogmalar ve
yapay belirlemeler bireyi
ideolojikleştirir. Birey, bu belirlemeler ile kendisi arasına sınır
koyabilirse, kendine yönelme ve kendini bulma şansına sahip
olabilir. Bu
durumda hak, adalet, iyi ve kötü gibi tüm
sosyal ve etiksel özellikler bireyin özgür
iradesi ve özgür kararıyla gerçekleşirler.
Bununla
tinsel ve dinsel egemenliklere karşı ihtiraslı bir mücadele
başlar. Hiçbir tin
ve hiçbir yüce güç
düşünceyi sınırlayamaz,
çünkü düşünceler
düşünenin
mülkiyetidir bu durumda; dolayısıyla düşünce
egemenliğine yer kalmaz burada. Ve
inanç ya da kurumsallaşmış insan sevgisi, kader, anayasa vb.
gibi genel saplantılar
(fixe Idee) düşünceyi egemenliklerine alamazlar. Birey sadece bir düşünce değil, düşüncelerle doludur, düşünceler dünyasıdır ve aynı zamanda düşüncesizdir birey. Düşünce özgürlüğü bireyin düşünce özgürlüğü olduğu sürece anlam kazanır ve birey ancak o zaman özgürdür. Ama eğer düşünce belli bir norma dönüşürse, terbiye talep edecektir ve pedagojikleşecektir. Bu durumda düşünce birey üzerinde egemenlik kurmuş olacaktır. Her düşünce görevini yerine getirdikten sonra değiştirilebilmelidir. Hayyam tam da bu noktayı göz önünde bulundurur usun egemenliğini sorgularken. Us egemenliğidir ve us inancıdır ki İncil, Hıristiyanın baş tacı ve yasa vatandaşın el kitabı olabilmişir. Mutsuzluğun kökenini ideolojilerde saptayan Hayyam, melankoli tadında bir tutarlılıkla ideolojilere sırtını döner. Başka ifadeyle: Öz iradenin motivasyonu öncelikle bu tür saplantılardan arındırılmalıdır ki, birey Kendi-olma’ya yönelebilsin. Bireyin gelişmesinde yabancı belirlemeler ve normlar olumsuz etki yaratır genellikle, pedagoji bireye belirli bir tarz verme amaçlıdır; bu da bireyi Kendi-olma’dan alıkoyar. Daha çok toplumsalın, devletçi ve dinsel kurumların buyrukları sorgulanarak birey Kendini yeniden yaratmaya yönelmelidir. 2.
Söylenemez-Olan Söylediğim,
hiçbir an söylemek istediğim değildir.
Sınır-kavramlar eşliğinde
sınır-yaşantımı sınır-sözcüklerle dillendirmeye
yelteniyorum. Kendiliğinden başlayan
Başlangıç. Mutlak başlangıç.
Düşünmek: ‘Bir varmış bir yokmuş’
ile başlamak. Türkçenin felsefi cazibesi.
Varlık: Hiç. Yokluk: Hiç.
“Hiçbir şey” yok: Herşey var. Apodiktik
analiz: Ne
‘bir varmış’, ne ‘bir yokmuş.’ ‘Hiçbir
şey’ dillendirilemeyendir.
‘Dillendirilemeyen’
şey ‘dillendirilemeyen’ bile değildir.
‘Dillendirilemeyen’ şey
‘dillendirilemeyen’ olarak adlandırılamaz.
‘Dillendirilemeyen’ şey adsızdır ama
‘adsız’ da bir addır, oysa
‘dillendirilemeyen’ şey: Ne şey, ne
‘ad’ ve ne de ‘adsızdır.’
Yine de,
biliyorum ki: Ben’im. Kendimden biliyorum. Konuş artık,
çıkar baklayı ağzından!
Neyim Ben? Bakla bir düşünce, bir
sözcük, bir nesne, bir nesne adı; başka
hiçbir şey. Hiç. Yok. Hiç. Bir sınır düşüncedir
–Hiç.
Bir sınır yaşantıdır –Hiç.
Hayyam’la Stirner’i, bir kez daha ama bu kez birincisinden farklı olarak karşılaştıkları, sıfatlarla tanımlanması zor olan bir yolda, söylenemezliklerinde inceleyeceğiz. Bunu yaparken, dinselle ilintili olmayan yalın mistik bir açıdan yola çıkacağız. Hayyam’ı yalnızca bir Tanrıtanımaz ya da bir dindar olarak anlamak şüphesiz yanlış olurdu. Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi Hayyam, hiçbir düşünceye sığmayacak kadar özgündür, tüm rasyonel ve metafizik ve aynı zamanda dinsel düşüncelerden yararlanmasını bilen ama bunları hakikat yolunda yetersiz bulduğundan kendinden uzaklaştırmasını bilen bir filozoftur. Dolayısıyla “tanrısız” bir gizem düşüncesi Hayyam’ı anlamakta uygun bir yöntemdir. Fritz Mauthner’den ödünç aldığım bu kavrama Mauthner zaman zaman “felsefi” ve zaman zaman da “şüpheci” gizem der. Mauthner Batı felsefesini özellikle “Die Geschichte des Ateismus im Abendlande” (Tanrıtanımazlığın Batı’daki Tarihi) adlı dört ciltlik dâhiyane felsefi başyapıtında detaylarıyla inceler, ancak Ortaçağ felsefesini incelerken Arap ve oryantal düşünürlere az yer verdiği dikkat çekmektedir. Aslında diğer Batılı düşünürlerle karşılaştırıldığında fazla yer verdiğini söylemek gerekir. Tuhaf ama işte Batı’nın ezelden beri ötekine bakış açısı, ılımlı söylemek gerekirse, hep ikilemlidir. Neticede Mauthner, “Wörterbuch der Philosophie “ (Felsefe Sözlüğü) adlı iki ciltli eserinde “tanrısız gizem” düşüncesini incelerken oryantal felsefecilere de kısace yer verir ancak Goethe gibi onun da Hayyam’ı tanımadığı belli olmaktadır hatta Almanya’da ikâmet eden “Mauthner Gesellschaft” (Mauthner Topluluğu) ile yaptığım görüşmelerden Mauthner’in Hayyam’ın adını bile duymamış olduğu neticesine vardık. Stirner’e
gelince. Stirner, şimdiye dek mistik bağlamda çok ender
incelenmiştir; aslında
her türden ideolojik akımların Stirner’e ilgi
duydukları ve onu kendi dünya
görüşleri çerçevesinde
inceledikleri gözlemlenmektedir. Mistik bağlamdaysa konuyu
biraz daha etraflıca ele alan kişi esas olarak Mauthner’dir. Stirner,
tüm
ideolojilerle birlikte, dinleri, tini, düşünceleri,
kısaca tüm ifadeler-dünyasını
hâyâletler
olarak tespit edip ve
bunların insanda psikolojik zedelenmeye neden olduklarını
analizledikten sonra
son derece problematik ve empirik açıdan bakıldığında
çok karmaşık bir son-tümceye
varır: “Hakikatin kriteri Ben’im, Ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim, demek ki dillendirilemem.”[16] Yukarıda Stirner’in
empirik Ben anlayışını kısaca ifade ettiğim gibi, etten-kemikten,
düşünce ve
duyumlarıyla somut bir Ben olduğunu kaydediyoruz. Kendi iradesiyle
yaşamının
sorumlusu olan, olanakları
ölçüsünde acıyı ve hazzı tadan
bir Ben’den söz
ettik. Ben’in diğer yüzüyse bildiğimizi
sandığımız ya da böyle
düşündüğümüz, empirik
olarak ölçemediğimiz bir fenomenle karşı
karşıyayız. Herşeyde Herşey olan,
Herşeyken Hiçbir şey olan ve Hiçbir şeyken Herşey
olan, kendinin yaratıcıs Ben;
Hem yaratan hem de yaratılan – kendini yaratan. Tanrıyla
özdeşleşen bir Ben ki,
adsızdır ve dillendirilemeyendir. Hiçbir şey onu
adlandıramaz, ona biçilen her
sıfat sadece ad olarak kalır. Dolayısıyla Stirner, haklı olarak
“Meselemi Hiç’e
bıraktım”[17]
tümcesiyle başyapıtını sonlandırır. Bu noktadan itibaren
Stirner söylenemez
olandır, dillendirilemezdir, ifade ötesidir. Ve her ifade
abestir. Bir bakıma sona kadar düşünen
Stirner, susar. Susmak! Aktif bir bireysellikten aktif olmayana,
ihtiraslı
Ben’den eriyen Ben’e yol alır, – budur
“Ben dillendirilemem”in dünyası. Bedenimizde oluşan
ve kendini algılayan ve böylece de kendini nesneleştiren
Ben’in ardında, içinde
Ben’in yaşama duygusu vardır; dolayısıyla her bedenin
içinde bir Ben
olabileceği doğaldır. Ne var ki, ifade edilemiyor, bilinemiyor. Dil
eleştirmeni
Mauthner, bu noktada şunları söyleyebiliyor: “Ben
görünülerin dünyasına
dahilim; ayrıca da ben’im ama – ve sadece ve sadece
kendimden bilirim bunu –
aynı zamanda Kendinde-şeyim ve Kendim-için-şeyim.
Öyleyse konuş artık, çıkar
baklayı ağzından! Neyim ben Kendinde-şey olarak,
Kendim-için-şey olarak? Ben,
ben, ben! Ben ben’im! Bu aptalca tekrarlamayı, bu kekelemeği
aşamamaktadır
dil.”[18]
Bu noktada sormamız gereken soru: Stirner, bu kekelemeği aşabildi mi?
Öncelikle
Stirner, söylemlerini mantık yürüterek dile
getirir. Ancak Stirner’i diğer
Batılı filozoflardan ayıran noktalardan biri de mantığı sona kadar
götürebilmesidir. “’Farklı
düşünenler’ birbirlerini
tahammül ederler. Ama neden bir nesne hakkında sadece farklı
düşünmekle
yetineyim, farklı düşünmeyi neden son aşamasına kadar
götürmeyeyim ki; yani üzerine
düşündüğüm nesneyi
anlamsızlaştırana, nesnenin hiçleşmesine ve yok olmasına
kadar?”[19]
Bu, tek sözcükle dilsel-mantıksal tutarlılıktır. Çünkü bu tümcesiyle mantığın sınırlarını kırar Stirner. Ancak kırdığı yerde kalır. Oysa bir adım sonra ötesinde olacaktır. Tıpkı Wittgenstein gibi, hakkında konuşamadığı konuda susmayı seçer, aksi halde totolojiye düşer. Analitik bir filozof olması onu bu adımı atmasını engellemiştir. Hayyam daha şanslıdır; o, filozof olmakla birlikte bir şairdir ve şair, özellikle Hayyam gibi bir şair mantığı kırmakla yetinmez; o, artık tanrısız derviş ruhuyla Varlık ve Hiçlik şarkısını kulaklarımıza fısıldamak için gözlerini yıldızlara diker. Dilin çaresizliği karşısında bir yenilgi duyumsar ve meselesini Hiç’e bırakmaktan başka alternatifi yoktur Stirner’in. Ve ne kadar hazcı ve soğuk usçu bir zekâyla son tümcelerini dışavursa da, sözlerinde gizli olan melankoliyi duyumsayabiliyoruz. Hâyâlet olarak adlandırdığı dilin son mertebesinde susar. “Ben kendi kudretimin malikiyim
ve Ben ancak Biricik olduğumu
bildiğim an kudretimin malikiyim. Kendine-sahip-olan, Biricik’te
yaratıcı Hiç’e, doğduğu yere geri döner.
Benden yüce her
varlık, ister Tanrı olsun ister insan, Biriciklik
duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin rüzgarı karşısında
sönüp gider. Meselemi
Kendime, şu Biricik’e bırakırsam, o zaman meselem kendi
yaşamını kendisi
tüketen geçici ve ölümlü
bir yaratıcının meselesi olur ve diyebilirim ki: Ben
meselemi Hiç’e bıraktım.”[20] Stirner her sözcükte bir hâyâlet görür; sadece dilin bireye hükmedecek güce sahip olduğundan değil, aynı zamanda her sözcüğün Ben’i açıklamakta yetersiz kaldığını, hatta engel oluşturduğunu bilir. Stirner’in dil eleştirmenliğinden övgüyle söz eden Mauthner, onun “sınırlı bir alanda da olsa acımasız bir dil eleştirmeni” olduğunu kaydederek, tüm dilsel yanlış anlaşılmaların “her şeyi kırıp geçiren Stirner’den kaynaklanmadığını” vurgular ve “Biricik” kavramının tekbenci ya da insan anlamını içerip içermediğinin anlaşılmaması dilin kendisinden kaynaklanıyor, der. Yani Stirner’in karmaşık bir filozof olarak yansıması Stirner’den değil, dilden kaynaklanıyor.[21] Bu gizemi açıklamaya çalışalım. Stirner’in, yaratıcı Hiç olarak adlandırdığı, tüm hâyâletlerden arınan Ben’i sınıra dayanır ya da bir sınır-kavram niteliğine dönüşür. Evet, karşımızda sosyolojik fantomlardan arınmış, Hiç’e kollarını açmış bir Stirner düşünebiliriz şu an. Daha önce “Stirner und Nietzsche” (Stirner ve Nietzsche) adlı çalışmamda[22] her iki düşünürün de aynı yolu yürüdüklerini ancak yolun sonunda birinin son noktaya varınca devam etmediğini ve ötekinin de bu son noktada yeni bir yolun başlangıcına adım attığını vurgulamıştım. Benzeri karşılaştırmayı şimdi Hayyam’la da yapabiliriz. Yürüdüğü yolun
son
durağının bir kaya parçası olduğunu gören Hayyam,
görünürdeki denize atlar.
Stirner’se düşünce okyanusunu izlemekle
yetinir. Sözcüğün bittiği yerde Stirner
kendi sonunu görür. Tam bir Batılı filozof
karakteriyle acısını soğuk sözlerinin
ardında gizlemesini iyi bilir: “Meselemi Kendime, şu
Biricik’e bırakırsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi
tüketen geçici ve
ölümlü bir yaratıcının meselesi
olur.” Ölümlülük ve geçicilik kavramlarına “Biricik ve Mülkiyeti”nde daima karşılaşırız. Ve her defasında soğuk bir gülücükle ölümlü benliğini kabul etmiş gözükür Stirner. Ancak bu soğuk ve katı gülücüğün ardında gizlemeye çalıştığı melankoli, sözcük okyanusuna dalan okurun şüpheci gözünden kaçmaz. Soğuk düşünce denizinde sıcak gözyaşlarını duyumsayabilir okur. Kar taneciklerindeki sıcaklığı duyumsamak gibi. Stirner’in melankolisini görmemek olanaksız. Sönen bir yangın gibidir bedensel ve tinsel enerji son nefesini alınca ve gizde duran derin hüzün son kez soğuk kahkahalarla dışa yansıyacaktır. Mauthner, Meselesini Hiç’e bırakan ölümlü “Stirner kendi söylediğini kendisi anlamış mıydı” acaba diye sorar, sorudan daha çok acı bir hicivdir bu. Mauthner’in agnostik dil gücüdür bu analizi anlamamıza ve bu örtüyü aralamamıza yardımcı olan. Mauthner’e dayanarak 1930’ların başında Stirner uzmanı Rolf Engert, Stirner felsefesini gizemci Üstad Eckhart’a ve “Doğu’nun büyük din dünyasına” yakınlaştırır. Özetliyorum: İçsel yaşantının en kişisel gizemidir Stirner’in yaratıcı Hiç’i: Kendimi yaratan Ben, içimdeki yaratanı, ki bu asla tam olarak ortaya çıkamaz ve yarattığı hiçbir nesne onu ifade edemez, ancak ve ancak sınır-kavram olan yaratıcı Hiç’le ve sadece sınır-yaşantıda idarak ederim.[23] Ne var ki Engert, incelemesini daha derinlere götürmüyor ama Stirner bağlamında Doğu felsefelerini yakından incelemek için önemli bir kapıdır. Sanırım Hayyam-Stirner incelemesi de ilerdeki çalışmalara katkı sağlayacaktır. Öncelikle: Her iki
düşünür de düşüncelerini
mantık üzerine kurmalarına karşın, son aşamada
mantığın üzerinde durduğu tabanı çekip almışlardır.
Hayyam, Stirner’den farklı
olarak, şüpheci-gizemci yanını mantıkla birleştirmeye
çalışır; bunu Hayyam’ın
şiirlerinde apaçık görebiliriz.
Stirner’se sınır ötesini görmekle yetinir
ve
ikisini birleştirme uğraşını ardıllarına bırakır. Hayyam’dan
“şair ve aynı
zamanda matematikçi olarak bildiğim biricik”[24]
kişi diye övgüyle sözeden Bertrand Russel,
“Mystik und Logik” (Mistik ve Mantık) adlı
incelemesinde şöyle der: “Büyük
filozoflar hem
doğabilimsel bilgiye hem de gizeme gereksinim duyuyorlardı: tam da
ikisini
armonik bir şekilde birleştirmek bu filozofların hayati
çalışmalarına büyüklük
kazandırır.”[25]
Bu tümceyi sınır-kavram
bağlamında
incelersek iki düşünürü de daha iyi
anlayacağız. Sınır-kavram olarak Yaratıcı Hiç, sınır-yaşantıda bilinmeyen, bilinmez bir duygu verir, Engert’in deyimiyle “dünyasal olmayan ve dünyasal ötesi alanda” insana yeni, yaratıcı yaşam olanakları sunar. Stirner’in felsefesinde Ben’i şekillendiren egoizm sınır-kavramlarla sınır-yaşantılarda Ben’in dağılmasına neden olur; bunu Stirner, kendini tüketen geçici, hiçleyici ve ölümlü yaratıcı olarak anlar. Stirner, gündelik dünyayı mutlak yadsıyan bir gizemci değildir ama aynı zamanda tinsel Biricik’i dünyasal varoluşa da indirgemez. Dünyayı ve dünyasalı yadsımaz. Ve hakikate, Tanrıya ulaşma zahmetinde bulunmaz, Tanrının bir parçası olmak da istemez. O, hakikattir, hakikatin kendisidir, Tanrıdır. Biriciktir yaratıcılığın ilk kökü ve kökeni. Tanrı, yazılmamış bir sayfa mıdır? Sükûnet midir, Susma mıdır, yaratıcılık mıdır, bütünlük müdür, köken midir? Dil ötesinde midir? Tüm bunlar Biricik’in de özellikleridir. Felsefeyi
yalnızca bir dil sorununa indirgeyen Wittgenstein’e
göre dilde söylenebilecek
ne varsa dil ile söylenir. “Dilimin
sınırları dünyamın sınırlarını imler”[26]
der ve diğer taraftan “yine de dile getirilemeyen vardır. Bu
GÖSTERİR kendini, gizemli olandır
o”[27]
der. Wittgenstein, felsefeyi dile indirgerken
görüldüğü gibi söylenemez
olanın
olduğunun da altını çiziyor. Hatta Wittgenstein’ın
şu tümcesi dilin dünya ile
olan bağının aslında tam yetersiz olduğunu açıklar:
“Dünyanın
nasıl olduğu değildir gizemli olan; olduğudur.”[28] Dil sürekli nesneye
yönelir, soyut kavramları da nesneleştirir. Beyinde oluşan
resimler dilin ancak
minimalleşen resimleri olabilirler. Ve sadece belli bir
çerçevede iletilebilirler.
Oysa imge sınırsızdır ve bir birlik değildir. Nesneler de
sözcüklere bağımlı
düşünüldüğünde birlik
hâlinde değillerdir. Birlik düzenin simgesidir.
Düzen
kavramının oluşunu Mircea Eliade’ye dayanarak
küçük bir öykü şeklinde
anlatmak
yerinde olur: Batıl düşünceden payını almış akıl
günün birinde dünyanın bir
düzen (kozmos) olduğunu ve bununla da bu durumun daimi olması
için dünyayı
düzensizliğe (kaosa) dönüştüren ya
da dönüştürmek isteyen
kötü cinlere karşı
muhafaza etmek gerekli. Düşüncelerin birliği ve
bütünlüğü yani rasyonel akıl
cin korkusundan dolayı oluşabildi. (Eliade, “Das Heilige und
das Profane/Vom Wesen
des Religiösen”). Eski Yunan felsefesinde kozmosla
ilgili benzeri hatta aynı
mitolojik öyküler anlatılır. Aslında Platon Timaios’ta bundan pek de farklı bir şey
anlatmamaktadır. Bir birlik içinde düşünen
akıl aynı zamanda kategoriler içinde
düşünmek ve düşünerek
ürettiği sözcükleri nesnelerle
özdeşleştirmek zorunda
kalmıştır. Oysa Doğu felsefesinde ve gizemci felsefede birliğe dayalı
bir dil
bulmak mümkün değil. Mauthner Budizm için
şöyle der: “Budist gizemin en derin
sözü de dil
değildir, gramer olarak anlaşılır değildir.”[29]
Stirner için aynı şeyi altını çizerek belirtmek
isterim. Şu sözün ve
sözcüklerin hangi biri
sözcüktür, hangi biri dildir, hangi biri
anlaşılır
olandır. Alıntılıyorum: “Tanrı hakkında denir ki: “Adlar seni adlandırmaz”. Bu Benim için geçerlidir: Hiçbir kavram Beni dillendirmez, benim özüm olarak ileri sürülen hiçbir şey Beni tüketmez; bunlar sadece birer addır. Keza Tanrı için tam yetkin olduğu ve tam yetkinliğe erişme çabası gibi bir mesleği olmadığı söylenir. Bu da sadece Benim için geçerlidir.”[30] Biricik’i nesne
olarak anlamaya çalışmak abestir,
çünkü sözcüklere
sığmayacak kadar
kategorisizdir; iletilemezdir. Bu bağlamda kategorilerde
düşünürsek, örneğin
özdeşliği özdeşsizlikle özdeşleştirmemiz
gerekir. Yani: Tanrı ve Tanrı-olmayan
özdeştir. Bu elbette bir çelişkidir. Ancak
çelişkisiz dil düşünülebilir mi?
Hatta dil yapısı gereği çelişkilidir. Goethe, çok
yerinde söyler: “Kafamı çelişkilerle
karıştırmayın! İnsan konuşmaya başlar
başlamaz yanılır.”[31]
Sınır-yaşantılarda
bulunan insan, sözcükleri bir giysi gibi sırtından
çıkarıp atmalıdır, çünkü
usun sınırlarını aşar dillendirilemeyenin dünyası. Mauthner
“zavallı sözlerle”
bir kez daha söylenemez olanı resimlemeye yönelir:
“Dünya iki kez dünyada
değildir. Dünyannn yanında Tanrı yoktur, Tanrının yanında
dünya yoktur. Bu
kanaate panteizm de dediler, titiz davranarak (belli ki kişisel Tanrıyı
kurtarmak için): Panteizm. Neden olmasın? Ne de olsa hepsi
sözcük. […] Sözcükler
yüzünden münakaşa mı edeyim? […]
Ben duygusu bir yanılsamadır. […] Yoksa bunlar
sadece birbirlerini izleyen felsefi sözler mi? Dilin oyunları
mı? Hayır.
Yaşayabileceğim şey artık sadece dil değildir. Yaşayabileceğim şey
gerçektir.
Ve dünya ile aramdaki farkın birkaç saatliğine de
olsa ortadan kalkacağını
yaşayabilirim. […] ‘Tanrılaştığımı’
yaşayabilirim. Neden olmasın.”[32] Tanrı dünyanın ötesinde değil, Tanrı dünyada içkindir, dünyada içkin olan Tanrı, insanda içkindir: Tanrı=Hiç=Ben. Biricik, Tanrıların yanında bir Tanrıdır. Stirner’in Ben kavramını, Hayyam’ın Tanrı arayışını ve us-eleştirisini bu bağlamda düşünürsek, her iki düşünürün felsefesini mutabık ifade edebiliriz. Her
iki filozofun otorite, tahakküm, us, tin ve her
üst-organa karşı duruşları
kültürel-sosyal boyutunu çoktan aşmıştır.
Rimbaud’un bu bağlamda derin iki
tümcesi akla gelmektedir: “Ben usumun tutsağı
değilim.”[33]
Ve “Akıl otoritedir.”[34]
Rimbaud’nun da usa yaptığı eleştirinin yalnızca
yüzeysel boyutu
sosyal-kültüreldir, oysa felsefi boyutuyla
özü tamamen gizemseldir. Şimdiye kadar
Stirner hakkında yapılan araştırmaların büyük
çoğunluğu onun bireysel
özgürlüğünü,
empirik Ben felsefesini, tahakküm eleştirisinin sosyolojik
boyutunu içeriyor.
Bununla sadece Stirner felsefesinin yüzeyine dokunulmuş oldu.
Ben’in
yapılandırılması, kendini tüketmesi ve neticede dağılımı
açısından bakıldığında
Stirner, doğal olarak her sözcükte bir
hâyâlet görecektir; dilin ötesine
bakabilen bu düşünür, dilin
gerçeğin gölgesi bile olamadığını rahatlıkla
vurgulayabilmektedir.
Mauthner Stirner üzerine şöyle yazıyor:
“Dilin töre
ve insan davranışlarındaki en genel alışkanlıkları üzerindeki
erkini daha önce
hiç kimse Stirner gibi yangın saçan o ateşli
eseri ‘Biricik ve Mülkiyeti’nde
böylesi bir öfkeyle görememişti.
Stirner’e göre tüm soyutlamalar,
gerçekler,
idealler, aslında bütün büyük
sözler nefretedilmesi gereken
hâyâletlerdir. [...]
Stirner nefret etmek zorundadır, başka türlü yapamaz.
[...] Dilden de nefret
etmek zorundadır. Stirner’in şu korkunç
sözü, amacı doğrudan bu değildiyse de,
dil için de hatta özellikle dil için
geçerlidir: ‘Hazmet kutsal ekmeği ve
kurtul.’ Hazmet dili ve kurtul; hazmet logos’u,
yut sözcüğü.“[35]
Bu tümceler usu ve logosu imha etmek isteyen bir düşünüre hitap ediyor. Mauthner, şunu da sözlerine ekliyor: “Ben’in bir yanılsama olduğu düşüncesiyle Stirner’e karşı gelmek, Stirner’in felsefi yapısını ciddi bir şekilde bozardı. [...] Çünkü vahşice gülen o son tümcesini kendisi bile tam olarak anlamamıştı.”[36] Mauthner’e göre Stirner, Ben dışında her nesneyi fantom olarak görür. Peki Ben konusunda neden direniyordu Stirner? Stirner’in kendine gizemci diyemeyeceğini aslında Mauthner anlayabilmeliydi. Her şeyde bir düşünce saplantısı gören Stirner’den yeni bir izm beklemek abes olurdu. Mauthner bunun farkında değil miydi? Oysa Stirner’in sözcüklerle oynadığını çok iyi biliyordu. Stirner, felsefesini adlandırmamak için ne pahasına olursa olsun direnmekteydi, hatta zaman zaman totoloji yaptığını bile gözlemleyebiliriz. Ve aynı zamanda Stirner’in dili, özellikle Ben, Kendi-olan ve Biricik kavramları kafa karıştırmaya uygun kavramlardır. Ayrıca Mauthner’in bu tümceleri not ettiği dönemlerde Stirner, esas olarak anarşizm ve nihilizm kapsamında anılmaktaydı. Mauthner’in şüpheci yaklaşımını bu saydığım nedenlere bağlıyorum. Neticede ölümlü ve hiçsel, geçici Ben, doğduğu yaratıcı Hiç’e geri dönerken, tüm düşünceleri ardında bırakır. Arınmış Ben yaşanmışlıktaki bir Hiç olarak ne dünyasal ne de tinseldir; çünkü o, düşünce olarak varoluşundan vazgeçmiştir. Ben adsızlaşmıştır, sadece yaşanmışlığın, binlerce özelliğin ifadesidir. Yaşayarak yaşanmış olur. Saplantıların “en modern hükümdarı ‘bizim Özümüz’dür” diyen Stirner, ne nesnedir ne de bir düşünce; söylenemezdir.[37] Düşünce saplantısı olan insan ecinnilidir, düşünce hastasıdır. Söylenemeyen ve iletilemeyen bir yaşantıda Stirner, tüm hâyâletlerini kaybeder. Ve neticede Ben’sizleşerek meselesini Hiç’e bırakmaktan başka bir alternatifi kalmaz. Biricik’in Tanrıyla özdeşleşmesi dünya ile Ben arasındaki ayrımın kalkmasına denk düşer. Budur adsız Biricik’in ve gizemcinin yaşantısı. İşte bu noktada gizem kendini gösterir. Bu noktada Ben, Tanrı nesne olmaktan çıkar. Ve tüm yasalar, kurallar, emirler, buyruklar ölür. Çünkü: “Her buyruk bir yasaktır ve her yasa sınır-aşmayı yasaklar.”[38] Sınır aşıldığında tüm yasalar geçersizleşir. “Hepimiz Bir’iz, hepimiz Tanrıyız – bizi ayıran tek şey şu noktacık ‘zaman’dır.[39] Sınır-ötesinde, başka deyimle sözcük-realizminin yıkılmasıyla yasaklar ve buyruklar gibi kavramlar da keyfi olma özelliklerini yitirir. Hayyam’a göre görünürdeki dünya sisli bir resimdir, boş bir görüntüdür, ardında ya da içinde gizil olanı usla idarak edemeyiz. İşte abstraktalar içi boş olup sınır-ötesini yasakladıklarından Hayyam ve Stirner tarafından boş inanç olarak reddedilirler. Kavramlar mantığa dayandırılarak gerçeğe uygulanırlar oysa gerçek yaşantı mantıksal değildir. Dolayısıyla yaşanılmış olan dolaylı olarak dile getirilirken, ondan ancak bir zerre aktarılabilir. Yaşantının dünyası kavramların ve realitenin dünyasından ayrıdır. Suzuki, Erich Fromm’la birlikte kaleme aldığı Zen-Budist ve psikoanalitik bir incelemesinde bu fenomeni şöyle açıklamaya çalışır: “Batı’da Evet eşittir Evet ve Hayır eşittir Hayır. Evet asla Hayır anlamına gelemez ve tersi. Doğu, Evet’in Hayır’a ve Hayır’ın Evet’e geçmesine izin verir. Evet ile Hayır arasında sabit sınır yoktur. Bunun böyle olması yaşamın doğasından kaynaklanıyor. Sınır sadece mantıkta silinemezdir.”[40] Hayyam’ın mantığa ve dolayısıyla kavramlara karşı şüpheciliği bu olgudan kaynaklanıyor. Mantıkçı ya da rasyonalist birey kavram üretmekte ne kadar başarılı olursa olsun, yaşamı aldatamaz. Suzuki, ayrıca son bir yanıt aramakla görevlendirilen aklın yeteneksizliğini açıklamaya çalışırken mistik anlayışla uyum içinde olan şu sonuca varır: “Yanıt özümüzün en altındaki tabakanın altında saklıdır.”[41] Aklın yüzeyini aşarak “bilinçsizliğe” varmak gerekir. Suzuki buna “Mu” der. Ama “bilinçsizlik” kavramı psikolojinin alanında düşünüldüğü sürece Mu’ya ulaşılamaz. Suzuki, Batı’nın kavramlarıyla yetinemeyip ”psikolojiyi” aşmak gerekir, der. Çünkü Mu alışılagelen psikolojik ya da psiko-analitik bağlamda tam olarak ifade edilemiyor. Dolayısıyla Suzuki, buna kozmik “bilinçsizlik” ve ontolojik “bilinçsizlik” der. Gizemci ve Biricik açısından bu, iç’in dış’la, dünyayla, Tanrıyla bir olması anlamına gelir. Hayyam’ın öğretisi de bunu içerir: Hakikat kavramını yıkmak gerekir ama hakikatin kendisini değil. Ben, bunu ancak kendisi yaşayabilir, çünkü Ben, kendisini yaratandır, çünkü o dünyadır. Dolayısıyla Ben ile dünya arasındaki ayrım sadece kalkmaz, bizzat her iki güç bir tam güce dönüşür ve bir olurlar. Dünya gizini çözdüğünü iddia etmeksizin, sadece bu gize derin göndermelerde bulunan Hayyam, dünyayı münakaşa içinde geride bırakır. Dünya söylenemez ama yaşanabilir. Bu, Hayyam’ın ve Stirner’in son tümcesi olarak algılanabilir. [1] Max Stirner, Parerga Kritiken
Repliken, Hrsg. von Bernd A. Laska,
LSR-Verlag Nürnberg 1986, s. 149. (Metin boyunca tüm
çeviriler, ad verilmediği
sürece, bana aittir). [2]
Ludwig
Klages, Der Geist als Widersacher der
Seele, Bouvier Verlag Herbert Grundmann, Bonn, s. XI. Adı
geçen kitapta,
sayfa 905’te şu tümce yer alıyor:
„Hafiz’in
yanı sıra
Ömer Hayyam ve celalettin Rumi de birer ermiş
dahidirler.“ [3] Joachim Wohlleben, Die Rubajat des Omar Chajjam und die deutsche Literatur. Eine glücklose Begegnung, Literaturwissenschaftliches Jahrbuch, Duncker u. Humblot, Berlin 1973, s. 65. [4] Wohlleben, a.g.e. s. 65-66 [5] K. G. Chesterton, Ketzer. Eine Verteidigung der Orthodoxie gegen ihre Verächter, Eichborn Verlag, Die Andere Bibliothek, Frankfurt am Main 1998, s. 101. [6] Bu dörtlüyü Hüseyin Dâniş‘ın çevirisi ile Cyrus Atabay’ın çevirisini karşılaştırarak yaptım. Bkz.: Bu yazı, dipnot 7 ve 8. [7] Omar Chajjam, Wie Wasser strömen wir, Almancaya çev. Cyrus Atabay, Verlag Eremiten-Presse 1984, Rubai numarası: 71. [8] Ömer Hayyam, Rubailer, kitabın yazarları: Dr. A. Cevdet, H. Dâniş, Hüseyin Rifat, Yayına hazırlayan ve çeviren Prof. Dr. Mehmet Kanar, Deniz Kitabevi, İstanbul 2000, s. 337. [9] Chesterton, a.g.e.,
s. 105. [10] Gös. yer. [11] Fernando Pessoa, Das Buch der Unruhe, Fischer Verlag Frankfurt, Ocak 2000. s. 262. [12] Pessoa,
a.g.e., s. 261. [13]
Gös.yer. [14] Arthur Schopenhauer, Die Welt als Wille und Vorstellung I. Erster Band, Haffmans Verlag 1988, s. 31. [15]
Schopenhauer, a.g.e., s. 423. [16] Max Stirner, Der Einzige und sein Eigentum, Reclam 1981, s. 400. [17]
Stirner, a.g.e., s. 412. [18] Fritz Mauthner, Wörterbuch der Philosophie, 2. Band, Diogenes Verlag 1980, s. 373. [19] Stirner, Der Einzige und sein Eigentum, s. 379. [20] Stirner, Der Einzige und sein Eigentum, s. 412. [21] Mauthner, Der Atheismus und seine Geschichte im Abendlande, 4. Band, Georg Olms Verlagsbuchhandlung Hildesheim 1963, s. 216 ve 217. [22]
H. İbrahim Türkdoğan,
Der
Einzige und das Nichts, Leipzig 2003, s.
121-130. [23] Rolf Engert, In: Der Einzige. Vierteljahresschrift des Max Stirner-Archivs Leipzig, Sayı. 4 (8) 1999, s. 12. [24] Bertrand
Russel, Philosophie des
Abendlandes. (Batı Felsefesi Tarihi),
Europaverlag. 8. Auflage 1999, s. 435. [25] Bertrand Russel, Mystik
und Logik, Wien/Stuttgart 1952. [26] Ludwig Witgenstein, Tractatus logico-philosophicus, Suhrkamp 1963, s. 89. [27] Witgenstein, a.g.e., s. 115. [28] Witgenstein, a.g.e., s. 114. [29] Mauthner, Wörterbuch der Philosophie, s. 120. [30] Stirner, Der Einzige und sein Eigentum, s. 412. [31] J. W. Goethe, In: Ludwig Klages: Der Geist als Widersacher der Seele, Bouvier Verlag Herbert Grundmann, Bonn. s. 73. [32] Mauthner, Wörterbuch der Philosophie, s. 131 ve 132. [33]
Arthur Rimbaud, Sämtliche
Werke,
Insel Verlag 1992,
s. 317. [34] Rimbaud, a.g.e.,
s. 347. [35] Mauthner, Die Sprache, Rütten und Loening, 1905, s. 83. [36] Mauthner: Die Sprache, s. 84. [37] Stirner, Der Einzige und sein Eigentum, s. 400. [38] Klages, a. g.e., s. 609. [39] Rosen, a. g.e., s. 30. [40] D. T. Suzuki, Erich Fromm, Zen-Buddhismus und Psychoanalyse, Suhrkamp 1971, s. 19. [41] Suzuki, Fromm, a.g.e., s. 67.
|