Max Stirner. Çizim: Derya Türkdoğan



Max Stirner
Biricik

Almanca aslından Türkçeleştiren: H. İbrahim Türkdoğan 

line1.gif

(“Biricik” adlı metin Max Stirner’in Biricik ve Mülkiyeti adlı eserinin sonsözüdür.)

                     

 

Meselemi Hiç'e Bıraktım

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Varlık ve Yokluk

 

 

 

 

 

 

        

 


                             

Hristiyanlık öncesi çağ ile Hristiyanlık çağı, birbirine zıt erekler peşindeydi; biri hakiki olanı idealize etmek, diğeri ideal olanı gerçekliğe erdirmek; biri “kutsal tin”i, diğeri “nurlanmış beden”i bulmak isterdi. Bu nedenle biri hakiki olana karşı duyarsızlıkla, “dünyayı aşağılamak”la sonuçlanmışken, diğeri ideal olanı dışlamakla, “tini aşağılamak” ile sonuçlanacaktır.

Hakiki ile ideal arasındaki karşıtlık uzlaşmazdır ve biri asla diğeri olamayacaktır: Eğer ideal hakiki olsaydı, ideal olmazdı artık; hakiki ideal olsaydı, o zaman sadece ideal var olacak, hakiki ise olmayacaktı artık. İkisi arasındaki karşıtlık ancak insanın her ikisini de imha etmesiyle aşılabilir. Karşıtlık sadece bu “insan”da, bir Üçüncüde son bulabilir; aksi takdirde düşünce ve gerçeklik hiçbir zaman örtüşmezler. Düşünce, düşünce olarak kalacak şekilde gerçekliğe erdirilemez, ancak düşünce olarak ölürse gerçekliğe erer; hakiki için de aynı şey geçerlidir.

Bu noktada, karşımızda düşünce taraflısı olan Eskiler ve gerçeklik taraflısı olan Yeniler durmakta. İkisi de bu karşıtlıktan kurtulamamaktadırlar; Eskiler tinin hasretini çekerlerdi, ama eski dünyanın bu dürtüsü giderilmiş ve tine erişilmiş olduğu gözükünce, Yeniler hemen bu tini dünyevileştirmeye giriştiler; ancak tini dünyevileştirme her zaman için “gerçekleşemeyecek bir arzu” olarak kalacaktır.

Eskilerin gerçekleşemeyecek arzusu kutsallıktı; Yenilerinki ise bedenselliktir. Nasıl ki Eski Çağ, özlemini tatmin etme gereği duyduğu için batmak zorunda kaldıysa (çünkü o sadece özlem duymakla mevcuttu), Hristiyanlık çemberi içinde de asla bedenselliğe varılamaz. Nasıl ki kutsama ve arınma Eski dünyayı başından sonuna kadar belirlediyse (yıkanmalar vb.), Hristiyan dünyasını da her zaman için bedenselleşme belirleyecektir: Tanrı bu dünyaya inip dünya işlerine karışacak, insan suretine bürünüp dünyayı kurtaracak, demek ki dünyada kendini gerçekleştirecektir; ama Tanrı, “düşünce” ve “tin” olduğu için neticede (örn. Hegel’e göre) düşünce herşeye, dünyaya yerleştirilir ve “düşüncenin, usun herşeyde olduğu” kanıtlanır. Pagan Stoacıların “bilge kişi” olarak ortaya koydukları şeyin günümüz kültüründeki karşılığı “insan”dır ve her ikisi de bedensiz varlıklardır. Gerçek-olmayan “bilge kişi”, Stoacıların bu bedensiz “Aziz”i, gerçek bir kişi oldu, bedenselleşen Tanrı içinde bedenselleşmiş “Aziz” oldu; gerçek-olmayan “insan”, şu bedensiz Ben, bedenselleşmiş Ben’de, Kendim’de gerçek olacaktır.

 “Tanrı'nın varoluşu” sorusu bütün bir Hristiyanlık tarihi boyunca bir düğüm halinde varlığını korumuştur ki, sorunun varoluşu bedenselliği, kişiliği ve gerçekliği yakalama dürtüsünün insanların ruhunu sürekli meşgul ettiğini kanıtlar, çünkü bu soruya asla tatmin edici bir çözüm bulunamamıştır. Neticede Tanrı var mı sorusu nihayet ortadan kalktı, ancak sadece “tanrısalın” varoluşu olduğu önermesiyle yeniden ayaklanmak için (Feuerbach). Ne var ki bunun da varoluşu yoktur ve “arı insansalın” gerçekleşebilirliğinin son sığınağı da uzun süreli bir barınma sağlamayacaktır. Hiçbir düşüncenin varoluşu yoktur çünkü hiçbiri bedenselleşmeye muktedir değildir. Skolastiklerin realizm ve nominalizm tartışması da aynı içeriğe sahiptir; kısacası bu soru bütün bir Hristiyanlık tarihi boyunca binbir ağ örerek sürüp gider ve onun içinde sonuçlanamaz.

Hristiyanlık dünyası düşünceleri, tek tek durumlarda, kilisenin ve devletin kurum ve yasalarında gerçekliğe erdirmeye çalışır; ancak düşünceler buna direnir ve şekil alamayan, (gerçekleşemeyen) bazı şeyleri daima geriye atarlar. Bedenselliğin asla gerçekleşmemesine karşın yine de hiç durmaksızın gövdeleştirmeye çalışılmaktadır.

Demek ki gerçekliğe erdirmek isteyen için gerçeklik pek de önemli değildir, onun yegane önemsediği düşüncelerin gerçekleşmesidir; bu nedenle, gerçekleşenin, hakikaten düşünce ve düşüncenin çekirdeği olup olmadığını hep yeniden araştırır. Ve gerçeği incelerken, aynı zamanda düşüncenin onun düşündüğü gibi gerçekleşip gerçekleşemeyeceği açısından düşünceyi de inceler, ya da yanlış düşünüp düşünmediğini ve dolayısıyla düşüncenin gerçekleşememe olasılığının olup olmadığını inceler.

Hristiyanlardan aile, devlet vb. gibi mevcudiyetleri artık umursamamaları beklenmektedir; Eskiler gibi kendilerini bu “tanrısal şeylere” feda etmemeleri gerekir, onları, içlerindeki tini canlandırmak için kullanmaları gerekir. Gerçek aile umursanmamaktadır artık, onun içinden oluşacak olan ideal aile, “hakiki aile”, kutsal ve Tanrı tarafından kutsanan aile ya da liberal düşünceye göre “ussal” bir aile olacaktır. Eskilere göre aile, devlet, vatan, vb. varolanlar olarak tanrısaldır; Yeniler bunların tanrısallaşmasını beklemektedirler, sadece varolmaları günahtır, dünyevidir ve “kurtarılmaları” yani hakikaten gerçek olmaları gerekir. Bunun anlamı şudur: aile vb., varolan ve hakiki değildir; tanrısal olan ve düşünce, varolan ve gerçektir; bu ailenin mutlak gerçek ve düşünce tarafından kabullenilişi ile kendini gerçeğe dönüştürüp dönüştürmeyeceği şimdilik belirsizdir. Aileyi tanrısal kabul edip ona hizmet etmek Tek’in görevi değildir, tam tersine, onun görevi tanrısal olana hizmet etmek ve henüz tanrısal olmayan ailenin tanrısallaşmasını sağlamaktır, yani düşünce adına her şeyi boyunduruk altına almak, düşüncenin bayrağını her yere dikmek, düşüncenin hakiki etkinliğini sağlamaktır.

Ne var ki, Hristiyanlık ve Eski Çağ, ikisi de tanrısalı önemsediklerinden, birbirine karşıt yollardan hareket etseler de, neticede ikisi de tanrısala varır. Tanrısal, Paganlığın son evresinde dünya-ötesine itilir, Hristiyanlığın son evresinde ise dünya-içine alınır. Tanrısalı tamamen dünya ötesine taşımayı Eski Çağ başaramamıştır ve Hristiyanlık bu görevi yerine getirince tanrısal, aniden dünyaya yeniden dönmeyi özler ve dünyayı “kurtarmak” ister. Ne var ki Hristiyanlık çerçevesinde, tanrısalın dünya-içi olarak, gerçekten dünyasalın bizzat kendisi olması olanaksızdır ve olanaksız kalacaktır: çünkü “kötü”, us dışı, rastlantısal, “egoistçe” gibi “dünyasalın” kötü anlamlarının içine işleyemez, bunlar kalacaktır ve kalmak zorundadır. Hristiyanlık, Tanrı'nın insanlaşmasıyla başlar, ve insanlara ve insansal olan her şeye Tanrı'yı kabul ettirmek ve her şeyi tin ile nüfuz ettirmek için dindarlaştırma ve kurtarma çabasını her koşulda yürütür: “tin” için bir yer hazırlamaya çalışır.

Eğer neticede insan ve insanlığın önemi vurgulandıysa, “ebedi olarak ifade edilen” düşünce şu olacaktır: “insan ölmez!” İnsanlar, böylelikle düşünce gerçekliğini buldukları anlayışındaydılar: insan, tarihin, dünya tarihinin Ben’idir; o, yani şu ideal olan, kendini gerçekten geliştiren, gerçeklik-kılan’dır.. O gerçek hakikidir, bedenseldir, çünkü tarih onun bedenidir ve Tek’ler sadece bu bedenin organlarıdır. İsa dünya tarihinin, hatta Hristiyanlık öncesi tarihin Ben’idir; modern görüşe göre bu Ben, insandır, İsa imgesi gelişerek insan imgesine dönüştü: tarihin “merkezi” tam olarak insandır. “İnsan” ile birlikte hayali başlangıç geri dönüyor: Çünkü insan tıpkı İsa gibi hayalidir. “İnsan”, dünya tarihinin Ben’i olarak, “Hristiyan görüşlerin devrini sonuçlandırır.

Varoluş ile meslek arasındaki gerilim, yani olduğum gibi olan Ben ile olmam gereken Ben arasındaki gerilim sona ererse, Hristiyanlığın büyülü çemberi kırılır; bu çember sırf düşüncenin bedenselleşme özlemi olarak mevcuttur ve ancak ikisi arasındaki ayrılık azaladıkça yok olur; eğer düşünce sadece – düşüncede -  kalırsa, ki insan ya da insanlık bedensiz bir düşüncedir, o zaman Hristiyanlık varkalmaya devam eder. Hristiyan, bedensel düşünceyi, bedensel ya da “yetkin tini”, “günlerin sonu” olarak hayal eder ya da “tarihin ereği” olarak; şimdiki zamana ait olarak görmez.

Tek, Tanrı saltanatının kuruluşuna, modern bir ifadeyle insanlığın gelişimine ve tarihine sadece katılabilir ve katıldığı ölçüde de ona Hristiyanca ya da modern bir ifadeyle, insanca değer biçilir. Bunun dışında Tek tozdan ve bir çuval dolusu solucandan ibarettir.

Tek’in kendi içinde bir dünya tarihi olduğu ve genel dünya tarihinde de mülkiyet sahibi olduğu, Hristiyanlık anlayışını aşar. Hristiyan’a göre dünya tarihi yücedir çünkü Hristiyan, dünya tarihinin İsa’nın ve “insanın” tarihi olduğunu düşünür; egoiste göre sadece kendi tarihi bir değer taşır çünkü sadece kendini geliştirmek ister, insanlık-düşüncesini ve Tanrı’nın tasarılarını, tanrısal öngörünün maksatlarını, özgürlüğü vb. geliştirmek istemez. Egoist kendini düşüncenin bir aracı, Tanrı’nın bir kabı olarak görmez, hiçbir meslek tanımaz, insanlığın gelişimi için var olduğuna inanmaz ve onun gelişmesi için katkıda bulunmaz, bizzat insanlığın iyi ya da kötü durumda olup olmadığını umursamadan kendini yaşar. Eğer doğal bir durumu övme gibi bir yanlış anlaşılmaya neden olmazsa, Lenau’un “Üç Çingene”sini anımsatmak isterim. - Ne yani, Ben düşünceler gerçekleştirmek için mi dünyaya geldim? Örneğin “devlet” düşüncesinin gerçekleştirilmesi için vatandaşlığımla mı katkıda bulunacağım ya da “aile” düşüncesini var etmek için evlenip kocalık ve babalık görevlerini mi yerine getireceğim? Böylesi bir meslek umurumda bile değil! Ben, bir mesleğe göre yaşamam, tıpkı büyümeyi ve güzel kokmayı meslek olarak görmeyen bir çiçek gibi.

 Eğer Hristiyanlık anlayışı şu önermeye dönüşürse, bir ideal olan “insan” gerçekleşir: “Ben, şu Biricik, o insanım”. Bu durumda kavramsal soru: “İnsan nedir?” olur - kişisel soruya dönüştüğündeyse: “İnsan kimdir?” olur. “Nedir”de kavram, kavramı gerçekleştirmek için araştırılırdı; “kim”de bu bir soru değildir artık, sorunun içinde yanıtın kendisi bizzat mevcuttur: Soru kendini kendiliğinden yanıtlamaktadır.

Tanrı hakkında denir ki: “Adlar seni adlandırmaz”. Bu Benim için geçerlidir: Hiçbir kavram Beni dillendirmez, benim özüm olarak ileri sürülen hiçbir şey Beni tüketmez; bunlar sadece birer addır. Keza Tanrı için tam yetkin olduğu ve tam yetkinliğe erişme çabası gibi bir mesleği olmadığı söylenir. Bu da sadece Benim için geçerlidir.

Ben kendi kudretimin malikiyim ve Ben ancak Biricik olduğumu bildiğim an kudretimin malikiyim. Kendine-sahip-olan, Biricik’te yaratıcı Hiç’e, doğduğu yere geri döner. Benden yüce her varlık, ister Tanrı olsun ister insan, Biriciklik duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin rüzgarı karşısında sönüp gider. Meselemi Kendime, şu Biricik’e bırakırsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi tüketen geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesi olur ve diyebilirim ki:

Ben meselemi Hiç’e bıraktım.

line1.gif


yukarı E- Mail Ana Sayfa