![]()
|
Tekbencilik ve Max Stirner Max Stirner Bir Tekbenci midir? H. İbrahim Türkdoğan Stirner ile ilgili öne sürülen çeşitli önyargı ve iddialardan biri de tekbencilik söylemidir.
Stirner’in gelişigüzel biçimlerde anarşist, nominalist, nihilist, tekbenci
olduğuna yönelik iddialar ve önyargılar sadece felsefe dışında kalan
insanlarca değil, hatta bilhassa felsefe kapsamında bulunan kişilerce ileri
sürülmüş ve sürülmektedir. Anarşist iddiasını başlı başına bir kitapta
incelemiş ve Stirner’in anarşist olmadığını, hakkındaki bu söylemlerin neye
dayandığını yeterince açıklamıştım. Burada tekbencilik konusunu ele alacağım ve
bu incelemeyi kısa bir makale kapsamında sunacağım. Tekbencilik nedir? Önce bu
soruyu yanıtlayacağız, ardından Stirner’in felsefesini bu kontekstte incelerken
gerektiği yerde de konumuza bağlı olarak öteki filozof ve kavramları
karşılaştırma amacıyla incelememize katacağız. Tekbencilik nedir? Tekbencilik dört biçimde
temsil edilmektedir. Bunu böyle ortaya koyduktan sonra, onları incelemeye
geçebiliriz. Bilinen türleri: Epistemolojik
Tekbencilik: Bu varyanta göre dolaysız olarak algıladığımız tek şey
bilincimizdir, başka bir değiş ile “Ben”imizdir, dolayısıyla bilinç dışında
kalan her şey dolaylı, ikincil ve epistemik olarak kuşkulu bir yapıya sahip
olmak zorundadır. Radikal
Epistemolojik Tekbencilik: Epistemolojik Tekbencilik'in yalnızca daha radikal varyantıdır. Buna göre tekbencilik kavramı metafiziksel olarak yorumlanmalıdır, salt
bu bağlamda anlam kazanır: Gerçek olan tek şey Ben'dir, ötesinin gerçekliğinin
epistemik gerekçeden yola çıkarak Ben'i iigilendirmediğini, varlığını ciddiye
almadığını söyleyebiliriz. Stirner bu varyanta ait görülse de tekbenciliğin tüm türlerinde bol bol
anılır, özellikle de etik varyantında. Sözü geçen
varyant en başta
Descartes'la anılmaktadır, ancak Descartes tarafından Meditationes'de metodolojik
bir başlangıç noktası olarak kullanıldıktan sonra araştırma sonunda saçma bir tez
olduğu dillendirilerek bir kenara atılır. Metodolojik Tekbencilik:
Sözü geçen bu iki varyant dışında bir üçüncüsü de psikolojik temelli bir
varyanttır. Bu varyant, H. Putnam'ın “Analitik tin” kuramında “Metodolojik Tekbencilik” olarak yer
alır. H. Putnam,
The Meaning of ˲Meaning˱ adlı eserde bu varyantı ortaya atarak dışsalcılık/içselcilik
tartışmasında önemli bir rol oynamıştır. Putnam'a göre psikolojik bir tutum
olarak var olan bu olguda, kişi, içinde bulunan bireyin varlığından başka
hiçbir bireyin varlığını varsaymamaktadır. Etik Tekbencilik: Son olarak “Etik Tekbencilik” kavramından söz edebiliriz, ki bu, içerik olarak egoizm (bencilik/bencillik) kavramına daha yatkındır. Bu örnekte kişi, edimlerinde yalnızca kendi istemlerine başvurur, dolayısıyla başkalarının istemlerini dikkate almaz. Tanım Türkçeye solipsizm olarak
da geçen tekbencilik sözcüğü Latince
“solus” ve “ipse”den türetilmiş olup bireyin gerçek
anlamda bilebileceği tek öznenin, kendi “tek” benliği olduğu, bunun dışında başka bir
gerçek olmadığı anlayışını içerir. Kendisi dışındaki herkes, diğer tüm varlıklar tıpkı rüyada olduğu gibi hayali
birer figürlerdir. Daha
geniş bir ifadeyle tekbencilik, tüm dünyanın, tüm varoluşun öznel bilinçte düğümlendiği görüşünü içerir. Kavramsal açıdan bakıldığında tekbencilik başlangıçta aşırı egoizm anlamında
kullanılıyordu, hâlâ da sık sık bu
anlamda kullanılır. “Aşırı egoizm”in bir temsilcisi olarak tanınan Max Stirner, sözlüklerde bir tekbenci olarak
tanımlanır. Görebildiğim kadarıyla en meşhur, neredeyse tek meşhur tekbenci
Stirner’dir bu sözlüklerde. Tekbencilik Max Stirner ile özdeşleşmiş durumdadır
da denebilir. İncelememizi
hakkıyla yürütebilmek için şimdi tüm bu curcunayı yaratan Ben kavramı ya da
duygusunu ele alalım. Ben
Duygusu Ben duygusu hepimizde var olan mutlak bir içgüdüdür, bedenin toplamı ve yönetimidir. Bir bebek henüz bu yönetime ve bilince sahip olmasa da içgüdüsel bir Ben mevcuttur; henüz Ben sözcüğünü bilmeyen bir Ben. Bebeğin ağrı ve gülüşleri onun daha sonra gelişecek olan özel, biricik Ben’ine işaret eder. Şimdi kendini aynada ve aynanın ardında ararken, günün birinde aynadaki Kendine aynı şaşkınlıkla baksa da bilinçle donanmış bir Ben olacaktır artık, adlarla süslenmiş, biçimlenmiş bir Ben. Ancak aynada kendini arayan bebek de bir egoisttir, Ben bilinciyle aynada kendini izleyen yetişkin de bir egoisttir. Hep egoist kalacaktır, bu onun materyalist yazgısıdır, hangi adla sahneye çıkarsa çıksın, ister dindar, ister tanrıtanımaz, ister âşık, ister özgeci, her durumda bir egoisttir o. İşte tam da bu nedenle aşağılanacak ve lanetlenecek olan egoizm (bencilik/bencillik) bir başka lanetliyle özdeşleşecektir: Tekbencilik ile. Tekbencilik Doğal
bir duygudan lanetlenecek bir şeytana dönüşen, dönüştürülen sözcüklerden
biridir. Nerede kaldı o doğal duygu, o kendine meraklı saf arayışlar, aynadaki
sesli gülüşler? Ne kadar da mutluydu annenin sıcacık şefkatli kucağında, bu
şefkatin tadını alabildiğine çıkarırken, bütün sorularına ve sorunlarına yanıt
olan annenin sıcacık gülüşlerinde. Mauthner:
“Ben, gerçeklik tahayyülü olarak dilin bir yanılsamasıdır, özün yanılsaması,
ama Ben duygusu olarak bir gerçekliktir.” Ama
dünya anne kucağı değildi ve değildir, dünya büyümüş olan bebeğin devasa
aynasıdır. Dünyada dolaşması, bir oraya bir buraya göçmesi, durmadan meslek
değiştirir gibi kimlik değiştirmesi hatta yüzlerce adlarda ya da tek bir adda
kendini buluş naraları atması hep o arayıştır, sadece aynanın boyutu değişti,
arayış sürmektedir. Mauthner:
“…ve bilindiği gibi çok etkili bir gerçeklik. Bu pratik benlik duygusunun en
doğal sonucu sıradan ya da pratik egoizmdir ki bu da en uç aşamasında
tekbencilik olarak adlandırılmıştır.” Tekbencilik daha çok kuramsal egoizm,
hatta epistemolojik egoizm olarak kabul edilir; çünkü bu durumda egoistin
edimleri çok daha rahat bir şekilde temellendirilebilir; ancak bu bir sapmadır
ve fark edilmiş olmalı ki egoizm tekbencilikten ayrı işlenmektedir artık, zaman
zaman ikisi birbirine karıştırılsa da. Arayış
ile orantılı olarak insanın tekbencilik ile ilişkisi değişir. Bir dindarın
dinde kendini buluş tahayyülü hangi derecede bir şefkat ile örtüştüğüne
bağlıdır. Aynı örnek bir tanrıtanımaza indirgenebilir ve doğal olarak tüm
kimliklere. Mauthner tekbencilik bağlamında G. Berkeley ile bombacı anarşist E.
Henry’i karşılaştırır: “Eğer piskopos Berkeley ve bombacı Henry konuşmayı
öğrenmemiş olsalardı, çok gelişmiş karşıtlar olacaklardı.” Buradan çıkan sonuç,
son derece farklı gözüken ve farklı kimlikler taşıyan bu iki şahıs aslında aynı
grubun insanlarıdır. Dildir onları bir araya getiren ve birleştiren, aynı
grubun elemanı olmasını sağlayan: “Tekbencilik ve özellikle Nietzsche’nin zeki
bir şekilde dile getirdiği başka sözcükler, Henry ve Berkeley’i benzer düşünen
insanlarla küçük bir grupta birleştirir yani aynı şekilde konuşan, aynı sözcük
fetişlerine tapan insanlarla.” Mauthner’e
göre tekbencilik problemi yalnızca bir dil problemidir: “Eğer dil kendi gramer
kategorileri içinde Ben’i yaratmamış olsaydı, tekbencilik ve öteki sözcük
yapıları mümkün olamazdı.” Alman felsefesinde “Benlik”, “Kendi”, “Ben”
kavramlarıyla sistem denemeleri yapılıyor
denebilir. Kant’ın “Kendinde Şey” dediği nedir? Ben
ile birlikte tüm nesnel
dünya bir bilinmeyene, bir X’e
dönüştürülür. Dönüştüren ve
dönüştürülen nedir,
kimdir? Elbette Ben! Schopenhauer’de gerçeklik bir
istencin tahayyülünde bir
araya getirildi, kimin tahayyülü? Ben’in elbette! Düşünme
ve düşünce süreci aslında çok kolay.
Dünyanın, varoluşun, Varlık’ın ne olduğunu
sonuç itibarıyla bilemiyoruz. “Dünyada herkes sadece
kendi Ben’ini [kendini]
bilir. Şimdiye kadar, faaliyetiniz için kuralları dünyadan
aldınız, şu andan
itibaren kuralları kendiniz koymalısınız.” Bu kadar kolay.
Mauthner böyle
yorumlar Stirner’in “Biricik ve Mülkiyeti”ni.
Bir Robinson Crusoe olduğunuzu
düşünün, yaşadığınız ıssız ada için bir hukuk
kitabı yazın, bir de mülkiyet
kitabı, bir de ceza kitabı, en iyisi bir anayasa yazın. İçinde
yaşadığımız
dünya çok mu farklı? Bir fark var, temel fark: Birileri
kendileri için anayasa
hazırlayıp “sizler için harika bir varoluş dizayn
ettik” demiyorlar mı? Bunun için de bir dil sanatı
gerekiyor. Neden
bu kadar göze batar ki Stirner’in
Ben’i? Nasıl
batmasın! Nasıl dikkat çekmesin! Nasıl şaşkınlığa uğratmasın ki sistemleri,
devletleri, dinleri, kurumları, sistem odaklı filozofları? Bakın, okuyun
Kendini düşünen şu dehşetli egoisti: “Hiçbir
şey Benden üstün değildir.” “Benim meselem sadece Benim-olandır.”
Ben
“yaratıcı bir Hiç’im.” “Herşeyin
Hiç’i, Kendimin Herşeyi, Biricik’im.”
“Ben
Kendi kudretimin malikiyim.” “Benden aşağı olan her hakikati
beğenirim.” “Devlet ve Ben birbirimize düşmanız.” Sahi,
çok mu dehşetli? Her biriniz aynı şeyi hiç düşünmediniz mi kendiniz hakkında?
Düşünmediyseniz de düşünmek istemediniz mi bunları ya da benzeri tümceleri
okuyunca? Eh, düşünmediyseniz bunda Stirner’in suçu ne! Sizin kendi
kabahatiniz, kendi geri kalmışlığınız. Tüm
bu tümceler tekbenciliği çağrıştırıyor, öyle mi? Evet, olabilir ama bu çağrışım
Stirner’i tekbenci yapar mı? Peki,
şu tümcelerine ne demeli: “Ne Sen benden yüce varlıksın ne de
Ben senden.” “Kalbim senden besleniyor,
gereksinimlerim doyuma ulaşıyor ve Seni sevdiğim için pervane oluyorsam, bunu
herhangi bir yüce varlık adına yani kutsallaşmış bir beden için yapmıyorum,
Seni bir ruh olarak ya da görünürdeki bir tin olarak gördüğümden de değil,
bizzat egoist hazzımdan dolayı: Sen, varlığın itibarıyla benim için değerlisin, çünkü Senin varlığın yüce bir
varlık değildir,
Senden yüce ve Senden genel de değildir. O biriciktir, Senin gibi, çünkü Sen
biriciksin.” Neden bu tümceleri alıntılanmaz da diğerleri
alıntılanır? İşte tam da burada bir şeytanlık var. Bir günah keçisi aranıyor ve
Stirner göründüğü gibi onlara yeterince malzeme veriyor, cesurca, göz kırpmadan
radikal analizlerini ortaya koyuyor, herhangi bir politik yani hilekâr uzlaşma
aramaksızın. Ve Stirner, radikaldir, her boyutta, işte böyle bir düşünür hiçbir
devletin ve hiçbir sistemin işine yaramaz. Yaramadığı gibi devlet ve sistemler
için devasa büyük bir tehlike oluşturur. Aynı korku sistem odaklı düşünürlerde
de gözetlenmektedir. Marx’tan günümüzün Habermas’ına kadar devletçiler
Stirner’e karşı olmakta birleşirler, her cepheden düşünür Stirner’i bastırmakta
birleşir. Buna Stirner’in radikal dili de eklenmeli, acımasız, sert, açık,
sistemcileri korkutacak kadar apaçık. Stirner’in döneminden günümüze kadar
elbette çok şey değişti. Devletlerin yapısı, sistemlerin biçimleri,
düşünürlerin düşünürlere yaklaşımları. Ancak Stirner’e karşı olmakta çok fazla
bir şey değişmedi. Yukarıda alıntıladığım tekbenci çağrışımı
yapıldığı sanılan tümceleri alıntılayıp Stirner’i tekbenci göstermek kolay,
yüzeysel düşünen filozof ve filozof olmayanlar için. Oysa bir bütün olarak
Stirner felsefesinin tekbencilikten fersah fersah uzak olduğu görülmektedir. Birincisi: Stirner “Sadece ben varım” demiyor, böyle bir iddiası yok. Tek’i köleleştiren, esir alan Ben’in önemini ve
değerini vurgulamak için onu öne çıkarıyor. Neden bu düşünülmüyor hiç?
İkincisi: Ötekinin varlığını kabul etmekle yetinmiyor Stirner, Ben Senden yüce
değilim diyor, Sen de benden yüce değilsin. Ve hiçbir şey ve hiç kimse benden
üstün değildir de diyor. Bu Senin için de geçerlidir, Sen de Senin için söyle
ki Ben ve Sen aynı düzeyde birbirimizle karşılaşabilelim. Tek’lerle,
Biriciklerle bu düzeyde karşılaşmayı tercih eden Stirner etiksel boyutta da bir
tekbencilik sunmuyor. Etik kavramı erk ve tahakkümle ilişkilidir, bu ikisi ile
var olabilmektedir. Etiksel ifadeler ya da
yasalar hiçbir zaman bir olgunun doğruluğu lehinde ya da aleyhinde bir argüman olamaz.
Stirner tam da buna dikkat çekmeye çalışıyor, kimseyi öldürmekten ne haz
aldığını söylüyor ne de cinayeti yüceltiyor. Vurguladığı sadece şudur: Eğer
devlet işlediği cinayetlere hak ve adalet adını veriyorsa, ben de devleti yok
edebilecek düşünce ve edimlerimi haklı ve adaletli buluyorum. Hak ve adalet
erkin oyunlarıdır. Devletçi ve ahlak tuzağında kokuşan insanlığa fazla gelir bu
gerçeklik. Psikolojik olarak kaldırılamaz bir gerçeklik onlar açısından. Görüldüğü gibi etik
tekbencilik salt kavramsal açıdan değil, içerik olarak da Stirner'e denk düşmüyor. Caligula bir tekbenci değildi ama bir
egoistti –herkes gibi. Yıllar
önce, daha doğrusu Stirner’i henüz yeni keşfettiğim tarihlerde tekbencilik
üzerine şimdilerde yazarının adını anımsayamadığım bir yazı okumuştum, yazıda
Stirner’in tehlikeli bir tekbenci olduğu vurgulanıyordu. Yazara göre Stirner’i
bir katil, tecavüzcü, yabancı düşmanı bir Alman olarak yorumlayabileceğimizde
bir kusur olmadığı ileri sürülüyordu. Ürkmüştüm önce, sonra kahkahalarla
gülmemi sağlamıştı bu sakat yazı. Bu önyargı hâlâ zaman zaman karşıma
çıkmaktadır. Ancak tecavüzü tekbencilik üzerinden meşru kılan hiçbir felsefe
tanımadığım gibi böyle bir insanla da hiç tanışmadığımı da söyleyeyim. Yani kendisini tekbenci olarak tanımlayan ve bu nedenle de yaptıklarını bir kusur olarak gören herhangi bir tecavüzcü, katil vb. olduğunu bilmiyorum. Bu, benini
başkalarına göre yaşayan, başkalarını varsayan ve başkalarıyla allak bullak
olmuş bir örnek olurdu ve bu hâliyle tabii ki asla tekbenci ile bağdaşamazdı.
Yalnızca ben varım ve başka hiçbir şey yok diyen birini de tanımıyorum. Sadece
benliğinin varlığının göz ardı edilemeyeceğini söyleyen insanlar tanıyorum. Öncelikle, insan kültürel bir varlıktır, çevresini bir gerçeklik, sarsılmaz bir realite olarak görür. Bu durumda sonuçları pek zararlı olabilecek krizler ve bunalımlar yaşama olasılığı da çok daha büyüktür. Ancak felsefi ve bilimsel bilgi üzerinden çevresinde deneyimlediği dünyanın (sadece) kendi düşünsel kurgusu olduğunu fark edebilir. Bu noktadan sonra eğer şansı yaver giderse kendine şu soruyu sorabilir: Benden, algılarımdan, şu anki düşüncelerimden bağımsız bir dünya var mı, o dünya nedir ne değildir? Bu gibi sorularla kendi içinde bir düşünsel ve psikolojik devrim yaşama şansı pek fazladır. Stirner’in felsefesi bu devrimin kapısını açar, onun en büyük katkılarından biri budur: Tek’i Kendisine yöneltmek. Kullanılan kaynaklar: Metzler Philosophie Lexikon, 2. Erweiterte Auflage,
Verlag Metzler 1999. Fritz Mauthner, Beiträge zu einer Kritik der Sprache,
1. Band, Ullstein Verlag 1982. (Alıntılar s. 668 – 670). Max Stirner, Biricik ve Mülkiyeti, 2. baskı, Norgunk
2021.
|
|