Otto Dix / Portrait of the Philosopher Max Scheler
|
Kendi-Başına-Varolan
Varlık'ın Gölgesinde Max
Stirner ve Max
Scheler
“Düşünme üzerine düşünmek, Batı’da ‘mantık’ olarak
gelişti.”[1]
- Martin Heidegger -
Max Stirner
denince akla empirik Ben gelir öncelikle. Stirner ile ilgili yazın dünyasına
bakınca genel olarak bunun merkezde tutulduğu göze çarpmaktadır. Ancak bunun ötesinde
bir başka Ben mevcut ki onun üzerine pek literatür bulamayız; en azından derli
toplu çalışmaların olmadığını söyleyebiliriz. Bir “Arı Ben”den neredeyse hiç
söz edilmez. Her zaman Stirner’in empirik Ben özellikleri öne çıkarılmıştır.
Böylece Stirner’in sosyoloji ve us eleştirisi, kısacası: Stirner’in sabit fikirler olarak adlandırdığı tüm
rasyonel ve dinsel nevrotik fikirler sosyal-eleştirel dünya görüşü olarak algılanıyor.
Her şeyin üstünde tutulan Ben’i her
zaman rasyonalizm bağlamında ifade buldu, metafizik ya da gizemcilik bağlamında
çok nadiren. Stirner’in Ben vurgusu
göz önünde bulundurulursa bu yaklaşım ilk aşamada bu durumu anlaşılır kılıyor. Max Scheler (1874-1928),
Stirner’e iki tarz eleştiri de bulunur; birincisi Stirner’in
“bireyciliğine” yöneliktir. İkincisi “kişilik” konusundaki analizlerine. Scheler
Stirner’i (1806-1856) “yaşamın tadını
çıkarma bireyciliği”yle (her şey benimci) suçlar ve Stirner’in tinsel bir
bireysellik yerine dürtü-bireyciliği
geliştirdiğini ileri sürer.[2] Ona göre Stirner somut
fiziksel bireyi Ben ile özdeşleştirir. Genel olarak birçok Stirner eleştirmeni,
Stirner’i sıradan ve banal bir egoizmin havarisi olarak göstermek için onu “her şey benimci” olarak
suçlarlar. Birçok insan da bu iddayı incelemeden, gelişigüzel kabul eder ve
tekrarlar. Çok yaygın olan bu suçlama gerçeği ifade etmiyor. Bu türden bir
bireycilik elbette mülk-saplantısı ile
sonuçlanacaktır. Tam da bu saplantının Ben’in özgür özelliğine ters düştüğünü
söyler Stirner. Hatta hazcıların da hazza odaklanarak ona ulaşmayı bir sabit
amaç haline getirdikleri için saplantılı olduklarını vurgular. (Biricik ve
Mülkiyeti, Norgunk, s. 291-292). Dolayısıyla Stirner’e bu konuda yöneltilen
eleştirilerin birincisi gelişigüzel, ikincisi karalama amaçlı olduğu sonucuna
varıyorum. Scheler’in yaklaşımıysa, Stirner üzerine
gerekli ve yeterli bir inceleme içermediği düşüncesindeyim. Diğer taraftan
Scheler, Stirner’in rasyonalizm ve rasyonel odaklı kişilik analizlerinden övgüyle söz eder ve Stirner’e hak verir. Scheler bireysel Geistperson’u, devlet de dahil olmak üzere her şeyden üstün
görür. Ve kişisel bireyselliğe büyük önem verir. Ama tinsel bireysellik Scheler
için çok daha önemlidir. Çünkü insan ancak tin üzerinden örneğin metafizik ya
da fenomenoloji gibi bir perspektife yönelebilir. Stirner,
nominaları silip süpürürken Ben’in yerine ideolojik anlamda bir nominalizm
getirmiyor; tanımlama açısından nominalizmi bir yardımcı öğe olarak kullanıyoruz.
Ve tam da nominalist bir temizlik yaptıktan sonra Stirner’in asıl felsefesi
başlıyor: Ben felsefesi. “Ortaçağ nominalistleri ‘kavranılamaz
yaratıcı Tanrı’yı’ usa karşı savunmuşlardı ki usçular Tanrı’yı da bir kavram
örgüsüne almak istemişlerdi. ‘Nominalist Stirner’ kavranılamaz yaratıcı Ben’i
dinsel, hümanist, liberal, sosyolojik ve her türden Genel kavramlara karşı
savunur.”[3]
Ve nasıl ki Ortaçağ nominalistine göre Tanrı,
kendisini ve dünyayı hiçlikten yaratan özgürlüğüyle mantık ve hatta gerçeğin
üzerinde duran bir devse, Stirner için de adlandırılamayan birey (Individuum
est ineffabile) meselesini
Hiç’e bırakan bir özgürlüktür. Ve
Stirner’in Hiç’i boşluk anlamında bir Hiç
değil, kendini yaratan bir Hiç’tir. Tam olarak:
Adlandırılamayan Biricik hem
yaratan hem yaratılandır. Ben bir yaratıcıdır, öyleyse bir
yaratıcı olarak
kalmalıdır da; kendi düşüncelerinin ve edimlerinin yaratıcısı
olarak. Ama
sosyolojik normlarla biçimlendirilmiş bir düşünce dünyasında Ben nasıl kendi
düşüncelerinin yaratıcısı kalabilir. Dışımızdaki öte-dünya yok edildi, ama içimizdeki öte-dünya’ya ne demeli? Normlarla çevrili bir iç
zindan değil midir o? “Tanrı öldü, onun hayalet olduğunu anladık, ama bize
eziyet veren çok daha dikkafalı hayaletler var; Tanrı katilleri eski
öte-dünyanın yerine alelacele bir iç öte-dünyayı getirdiler; buydu Stirner’in
Sol Hegelcilere eleştirisi.”[4] Bu
noktadan sonra söz konusu öte-dünya yeni Tanrı olarak ilân edilmiş oldu. Stirner’in şu
tümcesini sadece rasyonalizm eleştirisi olarak anlamak tek yönlü ve bu nedenle
de sadece rasyonalistçe olurdu: “Hiçbir kavram Beni dillendirmez, benim özüm olarak ileri sürülen hiçbir
şey Beni tüketmez, bunlar sadece birer addır. [...] Meselemi Hiç’e bıraktım.”[5] Stirner’de empirik Ben ile arı Ben iç içe
geçmiş olsalar da, onları birbirinden ayırmak pek zor değildir. Empirik Ben
bilinçli ya da özbilinçli ve sınırlıdır, kısıtlı, kısacası: adlandırılabilen
somut bir Ben’dir. Diğer taraftan sınırsız, ifadesiz, adlandırılamaz, nesnel-olmayan
bir Ben vardır ki, Stirner, buna çok
mütevazı bir dilde “geçici Ben” der. Scheler, nihilizmden
kurtulmak için insanların korunmak ve
sığınmak adına Tanrı ve tanrıları yarattıklarını özellikle vurgular. İçimizdeki öte-dünyayı barındıracak olan Üstben
böylece doğmuş olur. Üstbenin oluşması insanlaşma sürecidir, tanrılaşma ise bu
süreci geride bırakmış olacaktır; ama yine de ikisi her zaman bir arada
olacaklardır. Tanrılaşma sürecinde her düşünce ve her sözcük insan
karşısına engel olarak çıkar. Düşünce ya da sözcük bir öte-dünya olarak
içimizde ikâmet ettiği sürece, öte-dünyadaki Tanrı’nın yerini aldığı sürece
insan tanrılaşamaz. Antropolojik felsefeye göre, ki Scheler onun kurucularından
biridir, insan henüz tamamlanmamış bir varlıktır; bu nedenle de örneğin ratio
üzerinden kültürel bir yapıyla kendisini tamamlayabilir. Scheler antropolojik
felsefeden metafiziğe geçiş yaparken ya da ikisi arasında bir köprü kurarken Geist,
dürtü, edim, kendi-başına-varolan Varlık gibi kavramları felsefesinin temeli haline
getirir. Scheler’in nesne-olmayan (nicht gegenstandsfähig)
tin kavramı dürtü üzerinden yaşamsal
gerçeklik yaratan bir yönlendirici rolündedir. Scheler’e göre insan öncelikle edimleriyle somut bir canlıdır; edim
üzerinden de kendini tine, adlandırılamayan Ben’e, başka ifadeyle Tanrı’ya
dönüştürür. Stirner’in adlandırılamayan
Ben’i bu kontekste doğrudan nesne-olmayan
tin olarak algılanabilir. Ancak tin kavramını burada bir düşünsel kurum olarak
düşünemeyiz, bu bir otorite olurdu. Eğer üstben-egemenliğinden kurtulmuşsa kişi, tanrılaşma aşamasına
yönelebilecektir: Kendi-başına-varolanın
edimi üzerinden yani dışımızdaki ve içimizdeki öte-dünyadan bağımsız bir deneyim
(Erleben) üzerinden nesne-olmayan bir tanrılık, bir arı Ben yaratabilir. Tek başına fiziksel bir birey henüz tam
bir birey değildir. Öncelikle “kişi” olma bireyi karakterize
eder. Scheler’in tini kişi üzerinden
gerçekleşir; rasyonel düşünce ve entelektüelist bilgiden daha önemli olan kişinin
duygu, bilme ve isteme edimleri üzerinden özgür
bir kişilik yaratabilmesidir. Söz konusu Kişi tüm –izmlerden bağımsız, ifadesi
olanaklı olmayan (adlandırılamayan), ama duyguyu, bilgiyi ve istenci içerendir.
“İstenç olarak tekrar doğabilmek
ve özgür bir Kişi olarak her gün
kendini yeniden yaratmak için bilgi ölmelidir.”[6] Kişi’yi
ideolojikleştirmekten kaçınan stirner, neticede adlandırılması gereken mantıksal
bir açıklama bekleyenlere şöyle der: “Eğer sözü edilen bu ilkeyi takip edenler
yine bir –ist olarak adlandırılmak isteniyorsa, o zaman örneğin Kişiciler densin.[7] Söz konusu “kişicilik”
daha sonra Stirner’in başyapıtı Biricik
ve Mülkiyeti’nde Ben kavramı altında adlandırılamayan olarak söz konusu
edilecektir. Adlandırılamayan aynı zamanda nesne-olabilendir de (gegenstandsfähig).
Çünkü yalnızca rasyonel mantık
çerçevesinde dil gerekli ve yararlıdır. Eğer ama dil sadece akla hizmet etmekle
yetinmeyip, aynı zamanda Varlık’ı temellendirirse, o zaman dünya problemi
dil problemidir. Ve Ludwig Wittgenstein haklı olarak şu sonuca varacaktır:
“Böylece, sorunları özlerinde sonuna dek çözdüğümü düşünüyorum.”[8]
Eğer ama Ben dil’in üzerindeyse, dilin ötesindeyse, o zaman denmeli ki: Dünya promlemini çözmek için hiçbir şey
yapılmadı! Wittgenstein’ın metafiziksel tümcelerinden biri şudur: “Yine de
dile getirilemeyen vardır. Bu gösterir kendisini, o gizemli olandır.”[9]
İşte bu analizdir ki Wittgenstein’ı son tümcesini ifade etmeye iter: “Üzerine
konuşulamayan konusunda susmalı.”[10]
Stirner’e
oranla Scheler rasyonalizmin sınırlarını aşar ve metafiziksel bir gökyüzünde
yeni ya da yeni içerikli eski kavramlarla bir Geistperson yaratır. Stirner, Wittgenstein’a benzer bir şekilde,
düşünceyi sonuda dek götürdükten sonra orada kalır; bir sonraki (mantıksal)
adım sözcüksel düşünmeyi aşmak
olacaktır. Ancak Stirner buna yaklaşmaz; ve ayrıntılarıyla biçimlendirilmiş bir
metafizik yapı oluşturmaz. Stirner’i mantığın sonunda ve metafiziğin (ya da
gizemciliğin) başında düşünmek yerinde olur. Scheler’in Geistperson’u mantıksal
düşünmenin sınırlarını aşar. Bu nedenle de nesne-olmayan ve tanrılaşacak (tanrı-olacak) bir tinden ve bir
Varlık’tan söz edebilecektir; böylece ikinci
tarz bir metazifiğe, fenomenolojiye başvuracaktır. Burada
düşünme rasyonel boyutun dışındadır artık. Scheler tinde düşünür, ratio’da değil. Heidegger ile söylemek gerekirse: “Düşünmeyi öğrenmemiz
için onun şimdiye kadarki özünü tamamen unutmamız gerekir.”[11] Scheler’in
yaptığı da budur. Bu noktada haklı olarak şu soru sorulmalıdır: Düşünmek nedir?
Heidegger yanıtlar: Bu soruyu, “hiçbir zaman bir düşüncenin tanımını, ifadesini
belirleyip, içeriğini özenle genişleterek çözemeyiz.”[12] Dürtüsel
enerjisini dile süblime eden Heidegger, problemi basit bir örnekle açıklar. “Örneğin, yüzmenin ne ‘demek’ olduğunu,
yüzmek üzerine yazılmış bir inceleme ile asla öğrenemeyiz. Yüzmenin ne demek
olduğunu, ancak nehire atlamak söyler bize.”[13]
[1] Martin Heidegger: Was heißt Denken?
Reclam, 1992, s. 15. [2] Max Scheler: Der Formalismus in der Ethik und
die materiale Wertethik. Francke Verlag, Bern, 1954, s. 517-518. [3] Rüdiger
Safranski: Nietzsche. Biographie seines
Denkens. Carl Hanser Verlag, München, Wien, 2000, S. 128. [4] R. Safranski, a.g.e.,
s. 126. [5] Max
Stirner: Biricik ve Mülkiyeti. Norgunk, 2017, s. 334. [6] Das Unwahre Prinzip unserer Erziehung, oder:
Humanismus und Realismus. In:
Max Stirner: Parerga, Kritiken, Repliken. LSR-Verlag, Nürnberg 1986, S. 97. [7] Max Stirner, a.g.e., s. 97. [8] Ludwig Wittgenstein: Tractatus
logico-philosophicus. Suhrkamp, Frankfurt am Main, 1963, s. 8. [9] Ludwig Wittgenstein, a.g.e., s. 115. [10] Ludwig Wittgenstein, a.g.e., s. 115. [11] Martin Heidegger: a.g.e, s. 9. [12] Martin Heidegger: a.g.e., s. 15. [13] Martin Heidegger, a.g.e., s. 15.
|
||||