Edebiyatsız
Bir Felsefe Bana Aşksız Bir İlişki Gibi Gelir H. İbrahim
Türkdoğan
Röportaj:
Can Murat Demir / 14 Mayıs 2017
Max
Stirner’ın Biricik ve Mülkiyeti
adlı eserini Türk felsefeseverlerle buluşturan Halil İbrahim
Türkdoğan ile
birlikteyiz. Hocam öncelikle bizi kabul ettiğiniz
için teşekkürler, hemen
sorularıma başlıyorum; sizi tanıyabilir miyiz? Kimdir Halil İbrahim
Türkdoğan?
Felsefe lisanında sorarsak: Neye hizmet ediyorsunuz? (Hocam diyorum bir
mahsuru
yoktur umarım). Ben Türkiye’de öğrenciyken ilkokulda “Öğretmenim” denmekteydi, ortaokula geçişte “Hocam” versiyonu başladıysa da ben geriye kalan yaşamımı Türkiye dışında yaşadığım için, bana ilk kez “Hocam” diye hitap edildiğinde garipsemiştim. Ama hitap etme şeklinin kişilere özgü olması gerektiğini düşünüyorum ve bu nedenle de bana hitap şekline karışmıyorum. Her birey nasıl isterse öyle hitap eder. Kişilerle ilişkilerimde hiyerarşik bir yapıdan uzak duruyorum, her bireyin farklı olduğundan yola çıkıyorum ve bu şekilde yaklaşıyorum ve kimseye “bana şöyle de / böyle deme” demiyorum. Toplumsal ve bireysel nezaket kuralları birbirleriyle çatışarak var olacaklardır. Ben benimle iletişimde olan bireylerin kendilerini rahat hissetmelerini, dolayısıyla istedikleri gibi hitap etmelerini isterim. Gençliğinden beri Stirner’le ilgilenen biri olarak hizmet sözcüğüne sempatiyle bakmadığımı tahmin edebilirsin. Diger taraftan bir sosyal pedagog olarak en az 25 yıldır sosyal alanda insanlara “hizmet verdigim” söylenir. Ancak bunu bir hizmet olarak görmüyorum ben; para karşılığında çalıştığım kısmen zevkli, kısmen ilginç ve severek çalıştığım bir iş alanıdır, ayrıca şarap paramı kazandığım tek işim budur. Böylelikle “HİT kimdir” sorusunu yanıtlamaya başlamış olsam da felsefi bir soru mudur, sosyolojik bir soru mudur çözemedim. Felsefi yanı, felsefi çalışmalarımda, metinlerimde ve gündelik yaşamımda gözlemlenebilir. Sosyolojik yanı üzerine de çok şey söylenebilir ama soru daha somut olmadığı için bu kadarıyla yetinmeliyiz. Felsefi ve sosyolojik yaşamı, yön belirleme açısından, burada ayırmış gibi yansıttıysam da, yaşamın içinde her şey içedir ve hatta pek karmaşıktır. Belki
klasik bir soru
olacak ama felsefe denilince yapılan tanımlar hep klişeleşmiştir
Türkiye’de,
size göre felsefe denilince akla ne gelmelidir?
Dillendirilmemiş bir tanımı var
mıdır sizce felsefenin? Neler
düşündüğünüzü
merak ediyoruz. Felsefe insanın doğumuyla başlayarak duyu ve düşüncesiyle gelişmiştir. İlk ögelerine Gılgamış Destanı’nda rastlamaktayız: Varoluşun edebi bir dille sorgulanması, yaşamın anlamı hem sosyolojik faktörlerle bağıntılı hem de metafizik bir duyumsamayla, bunun ölüm bilinciyle de yakından bir ilintisi vardır. Daha Sonra Avrupa’da oluşan Varoluşçu Felsefenin kökenlerini bu destanda görmekteyiz. Varlık’ın dayanılmaz buradalığı insanı, onu sorgulamaya, anlamaya hatta imha etmeye yönlendirmiştir, dinmeyen bir enerjidir bu, tesellisi olmayan. Antik Yunan’da felsefe çeşitli boyutlarıyla dallanıp renklenmiştir. Sizce
Türkiye’de felsefe
yapma tarafında eksiklikler nelerdir? Türkler sizce yeterince
düşünüyor mu? Bu
konuda neler düşünüyorsunuz? Küçük Asya, Türkiye ve Osmanlı öncesinde, felsefenin merkeziydi demek yanlış olmaz. Ancak Osmanlı ile birlikte felsefe ölmüştür; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte Batı düşüncesinin etkisiyle felsefe bu coğrafyada yer bulmaya çalışmıştır. Fakat başarılı olduğu söylenemez. Arap Felsefesi denilen İslami teoloji Ortaçağ’da kendi kendini tüketmiştir; intihar etmiştir. Modern Türkiye’de daha çok çevirilerle felsefe yapılmaktadır, kendi içinde bir felsefesi mevcut değildir. Evet Türkler düşünmeyi bir tehlike olarak yaşamaktadırlar; çünkü düşünmek şüphe etmektir, şüphe ise Türklerin, dinsel ve sosyolojik mağaralara sığınmak için dört nala koştukları bir şeytandır. Düşünen kesim ise ya tarafçıdır ya da cezayla mükâfatlandırılmaktadır. Türklerin işi gücü toprak kavgası, ad kavgası ve din kavgasıdır. Nedir Türklerin felsefesi? “Bana felsefe yapma arkadaş!” Max
Stirner hakkında
çalışmalarınızdan haberdarız, hatta felsefehayat olarak
bunların birçoğunu
felsefe severlerle de buluşturduk, ancak Türkiye’de
çok fazla bilinen bir
filozof değil Stirner, bu konuda neler söylemek istersiniz?
Sizce Stirner gerek
Türkiye’de gerekse uluslararası planda
çok geç fark edilmedi mi? Stirner geç fark edilmedi, daha çok bilinçli olarak göz ardı edildi, bastırıldı. Alımlama tarihi hakkında uzun uzun incelemeler yayınladım, özellikle Nietzsche bağlamında. Neredeyse bütün kanon (etkili) filozofların Stirner’den etkilenmiş olmalarına karşın, onu psikolojik olarak bastırmış olmaları bir gerçektir; Stirner, felsefenin Biricik şeytanıdır ve bir şeytanla baş edebilmek kolay değildir. Dinlilerin sığınabildikleri bir Tanrı vardır, ya filozoflar ne yapsın şeytanla karşılaşınca? Bastırmak! Freud öncesinde psikanalitik analizlerde bulunan bu düşünürün, Freud’tan çok daha radikal saptama ve önerilerde bulunmasındandır ki kimse baş edemedi onunla ve psikolojilerinin ücra köşelerine itmeye çalıştılar onu. Başarabildiler mi? Hayır! Bastırılan her düşünce ve her duygu er geç ortaya çıkmak zorundadır. İnsan psikolojisi böyle işlemektedir. Nietzsche ve Marx örneğinde olduğu gibi. Her nevroz, bastırılan bir düşüncenin ve duygunun ölümcül yansımasıdır. Belki
çok özel spesifik
bir soru olacak ama sizin okumalarınızdan ve birikimlerinizden yola
çıkarak
Stirner şu an yaşasaydı felsefenin şu anki durumu ve geleceği
için neler
söylerdi? Yorumunuzu merak ediyoruz. Spekülatif bir soru ama Stirner yaşasaydı, ikinci bir kitap yazmazdı, Biricik’i bu kadar yanlış anlayan okurlara ve Biricik’ten korkan kanon filozoflara bol bol gülerdi. Şu paragraf bu bağlamda uygun sanıyorum: "Yazmamın nedeni insanlara olan sevgi midir? Hayır, yazıyorum çünkü düşüncelerime dünyada bir varoluş kazandırmak istiyorum. Ve Ben bu düşüncelerimin Sizi huzurdan ve barıştan yoksun bırakacağını şimdiden görüyor olsam da, ektiğim bu düşünce tohumlarından kanlı savaşların filizleneceğini ve nice kuşakların sersefil olacağını biliyor olsam da: bu tohumları her koşulda ekerdim. Düşüncelerimle ne yapmak isterseniz ve ne yapabilirseniz yapın, bu Sizin meselenizdir ve Beni ilgilendirmez. Belki de birçoğunuza bu düşünceler sadece keder, savaş ve ölüm getirecektir, pek azınız sevinmesini bilecektir." (BvM, s. 268-269) Demek ki, Biricik’in anlaşılamayacağını, en iyi ihtimal yanlış anlaşılacağını bildiği için umursamaz bir şiddetle sitem ediyor. Biricik ve Mülkiyeti raflardaki
yerini geç te olsa aldı, peki sizdeki yeri nedir bu metnin?
(Zannedersem aynı
isimde 2013 yılında Kaos Yayınları’ndan çıkmıştı,
iki çeviri arasında fark var
mıdır hocam?) Stirner, Türkiye’de geç yayımlandı ama Türkiye’de hiçbir şey geç değildir, hiçbir şey erken olmadığı gibi. Önümüzdeki yıllar gösterecektir Stirner’ın bu ülkedeki değerini, zira herkes benim çevirimi bekliyordu ve nihayet herkes ulaşabilmektedir artık. Kaos Yayınlarında çıkan Stirner-çevirisi bir fiyaskodur, gülünç ve başarısızdır, kayda değer değildir. Çeviri olsun diye yapılan binlerce metin var bu ülkede. Öncelikle Türkiye’de yaklaşık bütün yayın kurumları taraflı ve tarafçıdır, ben hiçbir tarafa uymamaktayım, taraf dışıyım ve aykırıyım. Böyle olunca da bu ülkede çalışmalarımın yayımlanması benden bağımsız olarak uzamaktadır. Yayınevi bulmak, anlaşmak kolay değil bir aykırı kalem için. Kendi metinlerim için bu durum daha da vahim. Tarafsız entelektüel çalışmaları olan Norgunk, Stirner’e uygun bir yayınevidir. Biricik’in geç kalmasındaki diğer sorun ise teknik sorunlardı, özellikle redaksiyon yapabilecek yetenekli kişi uzun süre bulunamadı, yoksa çeviri yıllar önce tamamlanmış ve yayınevine (2010 gibi, belki daha önce, yayınevi bilir kesin tarihi) teslim edilmişti. Stirner’le gençlik yıllarımda tanıştım, henüz felsefe öğrenimine başlamamıştım, Türkiye’de belki de hiç tanınmayan dil filozofu Fritz Mauthner ilk okuduğum filozoflardandır ve hâlâ beni derinden etkileyendir. Stirner’i anlayan az düşünürlerden biridir. Dilin tuzaklarını ve yetersizliğini Stirner’in ustaca analizlediğini Mauthner’den öğreniyoruz. Takip
ettiğiniz yazarlar
hakkında biraz ipucu almak isteriz, kimleri okursunuz, felsefe
okumaları
dışında roman hikâye ya da diğer türlerden hangileri
ilgi alanınıza giriyor? Edebiyatsız bir felsefe bana âşksız bir ilişki gibi gelir. Felsefe sexy olmalıdır, çekici ve estetik. Tarihsel izlenim: Derin edebiyatçılar felsefeden yararlanırlar, derin filozoflar da edebiyattan. Beckett, felsefeden yararlanamadan edebiyat yapamazdı ve Sartre, edebiyatsız felsefe yapamazdı. Gılgamış Destanı’ndaki o dinmek bilmeyen arayış metafizikle sevişmeyi zorunlu kılar, metafiziği dinselleştirmeden. Kızılderili edebiyatı, Uzak Doğu ve özellikle Batı edebiyatı kaçınılmaz bir hazdır. Her türden roman, öykü okurum, felsefi içeriklisinden Lucky Luke’a kadar, ki Lucky ‘nin de bir felsefesi var. Sıralamakla bitmez severek ve sevmeden de okuduğum roman ve şiirler, ama favorilerim var şüphesiz: Hölderdin, Lautréamont, Baudelaire, Bataille, Artaud, Rimbaud. Son
olarak biraz reklam
yapalım, felsefehayat.net ile birlikteliğinize baktığımızda yaklaşık 7
yıllık
bir yazın birlikteliği görüyoruz, bu arada kontrol
ettiğimizde ilk
yayınladığımız çeviriniz Meselemi
Hiç’e Bırtaktım
2010 yılının Mayıs ayında yayınlanmış. Tabi bunun daha öncesi
de var.
felsefehayat.net hakkında samimi düşünceleriniz
nelerdir? Felsefe Hayat’ın doğuşunu biliyorum, tüm gelişmelerine sempatiyle tanık oldum ve şu an çok zengin ve kaliteli bir repertuvara sahiptir. Sinema, roman, müzik, film vb… Zevk alarak inceliyorum. Ve yeri gelmişken, çalışmalarıma bu kadar zaman ilgiyle yer verdiğin için teşekkür etmek istiyorum, sevgili Can Murat. Hocam
zaman ayırdınız, biz
çok teşekkür ediyoruz. Bir dahaki
röportajda görüşmek
üzere… |
||||
|