Belleğin Doğuşu

Bireyin dünyaya girişi. “Ben”, oluşmadan. Zira insansal Ben ancak gelişerek benleşir –hiç tamamlanmasa da. Burada doğan bellek, kişiyi var eden anı deposudur ve kişi hep ilk âna dönüş yapar.

Benim için dil, yaşamsalı felsefi boyutuyla ifade etme uğraşıdır. Bu metin bu nedenle otobiyografiktir.


Varlık ve Hiç 

Üzerine Bir Fragman

H. İbrahim Türkdoğan

line1.gif

Lautréamont: “Varsam, bir başkası değilim.”

line1.gif



1865







Hiç - Sınır Ötesi Tümceler
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 




 

Ben ve Hiç

Kuramsal

Giriş

Kişi, bellek ile Varlık’tadır. Varlık, bellek ile kişidir. Hiç, belleğin olmadığı yerdir. Hiç, bir yer değildir. Hiç –yersizdir.

Uzam

İnsanın belirlenimi belirlenimsizliğidir. Bu, insanı kendini dizginsizce tüketmeye zorlar. Dizginsizlikle kendini imha eden insan, Herşey’le bütünleşmek ve doğanın bilinçdışı âlemine bilinçle dönüş yapmak ister. İnsanın dünyaya olan eksantrik durumu onda en derin özlemi yaratır: kendisi olmamak ve bizzat canlı dünyanın kalbinde ikamet etmek.

İnsanın dünyayı kaybetmiş oluşu onun reel yıkılışıdır ama aynı zamanda dünyayı tekrar bulma şansıdır. Ancak onu yeniden yakalayabilmesi için kaybı en son aşamaya götürmelidir: Kendini kaybedene dek.

Kars’a gidiş her zaman bir geri dönüştür –benim için, tarihe geri dönüş değil, bizzat tarihin başlangıcına geri dönüş: Doğaya. Bu, gerçek olduğu kadar da gizemseldir, çünkü doğa Kars’ta başlangıcın öngeçmişi ve şu anın tekrarıdır. Dağlar, ormanlar, çayırlar, çaylar, tarlalar, dereler; ufkun sisle kaplı ana hatları, tüm bunlar hep oradaydılar ve kayboluşu olmayan bir başlangıcın varlığına işaret ederler. Diğer taraftan başlangıç hiç olmayandır ama yine de olandır, gelişi ve gidişi olan bir imgedir: Süreklilik. Geri dönüş bir yere varmış olmak değildir, örneğin Varlık’a. Geri dönüşle yalnızca bir şey deneyimlenir: geri gelişin tam merkezindeyken kaçan bir geri dönüş. Yer, gök, dağ, taş; her ne demekse Varlık - aynı zamanda bize en uzak olandır. Doğum öncesinde tarih yoktur, doğadır tarihsiz var olan.

line1.gif

Yaşamsal

Varoluş Gecesine İniş

Bataille: “Ölümün korkutucu yapısı, insanın korkuya olan gereksinimini gösterir. Bu gereksinme olmadan ölüm insana kolay görünür.”

Arayışlarında varoluş bilmecesinin gücüyle uzaklara fırlatılan birey, dünyaya geldiği yere henüz dönüş yapmadan dünyayı dolaşmanın kendi ekseninde dönmeye eşit olduğunu anlar. Dolayısıyla doğduğu yere dönüş ile oradan uzakta kalış sadece birbirini onaylar: Bir gizemi varmış gibi duran bu varoluş tüm arayışları yutan kocaman bir vakumdur. Bu baş döndürücü buradalık karşısında, kuyruğunu yitiren kertenkele gibi telaşlar içinde kaçacak delik arar –birey.

line1.gif

Kuramsal

İnsanın Ütopyası

İnsanın ütopyası: Doğaya egemen olmak. İnsanın vardığı yer: Kozmik facia. Sartre’ın “insan kendinin taslağıdır” tezi “insan kendinin imhasıdır” ile sonuçlandı. Doğada saklı olan ya da Varlık’ın görkemi olarak yansıyan Hiç’in izine rastlamak için doğaya egemen olması gerektiğini düşünüyordu insan. Sonuç: Yıkım. Hiç değil, yıkım. 

Lautréamont: “Büyükten küçüğe, her insan kendi ininde bir yabanıl gibi yaşar, ve kendisi gibi kendi inine çökmüş olan türdeşini ziyaret etmek için pek ender çıkar buradan.”

İnsan kültürel bir canavardır. Şimdiye kadar kendine dair tek kanıtı budur. Kendisinden büyük olana, dünyaya, egemen olma dürtüsü ona dünyayı kaybettirmiştir. Bu onun dinmeyen acısıdır. Bu acıda kendini tamamen yitirdiği an dünyaya dönüş yapabilecektir. Ama eğer kendisinden büyük olanı, dünyayı, yeniden algılarsa, kendi varoluşunu yeniden yaratabilir. Bu yaratılış ama bir bütün olarak dünyayı kabulleniş olacaktır, yani bir sömürü nesnesi olarak değil, elde edilemeyen doğa olarak dünya, baskılanamayan şu yeryüzü, şu dağ, şu deniz, şu taş, şu toprak, şu gökyüzü, şu Herşey: Varlık.

Gündelik dilde insanın ikinci doğası olarak adlandırılan kültür, insanı eline geçirmiş bir vaka olarak hüküm sürer. Tıpkı doğaya hükmeden insan vakası gibi: İnsan, ne idüğü belirsizdir. Dünya çapında bir çöp yığınına dönüşen kültürel olguda ancak sarhoş dolaşabilen bir kurtçuk seviyesindedir. Yıkıma dönüşen doğayla ilgilenen allak bullak olmuş doğa koruyucuları gibi bu kurtçuk çöp yığınından hâlâ medet ummaktadır. Doğa koruyuculuğu sömürü sanayisini kendisini ölesiye üretmemesi konusunda uyarmakla görevlidir. Ne kadar parazit kalmışsa hepsi bu kavram altında toplanır. Yara bere hâlindeki doğayı emmekle meşgul bu aç gözlüler, ellerinden gelse doğayı ikinci kez öldürüp yeniden sömürmeye başlayacaklardır, bu kez ama “doğaya lâyık” adı altında. Hayvana lâyık terbiye, çocuğa lâyık pedagoji talebinde bulunan aynı sömürücülerdir bunlar. Sömürü odaklı insan doğayı doğaya bırakmak, hayvanı hayvanlığa bırakmak, çocuğu çocukluğa bırakmak düşüncesine yabancıdır.

Doğanın Kendisi

Doğa başka bir yaşamdır, başka bir ölümdür. Terbiye edilmemiş insan da başkadır ya da insanın içindeki doğa demeliyiz bu başka olana. Ve doğa ile insan arasında her zaman fark vardır. Doğa kategorileştirilemez, kapsanamaz ve insan odaklı değildir. Her kavramın üzerinde durur, içinde değil. İnsana en uzak ve en yabancı olan doğadır. İnsanı betimleyen hiçbir düşünce doğaya uymaz. Ona dokunuşta bile bu yabancılık ürpertiyle karşılık gösterir. Yabancılık derken yabancılaşmadan söz etmiyorum, bu, kültürün ya da kültür odaklı terbiyeden geçmiş insanın nevrotik algısıdır. Böyle bir şey yok doğada. Doğa, taşkın olduğu içindir ki kapsanamaz, kavramlara yerleştirilemez, onu betimleyecek olan her kavramı taşar. Bataille’ın taşkınlık felsefesi buradan fışkırır. Ve belki de insana en yabancı olan şey doğadır, hatta tam “işte burada evdeyim” dediğiniz, her şeyinizle iç içe olduğunuz, her şeyiyle tanıdığınızı sandığınız doğa o anda bile yabancıdır size. Bu nedenle de hep onu arzularız, içinde olduğumuz hâlde ona doyamayız, onu isteriz, ona özlemle bakarız, özlemle dokunuruz. Onu sömürmemiz bu taşkınlıktan olsa gerek, kendimizi aşarak onu öldürmeyi denemek, onunla birlikte kendimizi öldürmek. İnsanın yazgısı gibi gözüküyor bu. Bütün insansal aşırılıkların, bütün insansal taşkınlıkların, bütün insansal savurganlıkların kökeni bu olsa gerek. Bataille –haklıydı. Ve insan onunla, doğayla, onun ölümü anında yüz yüze gelirse, işte o zaman kendi sonsuz sonunu görecektir ve bu an ona belki ikinci bir şans tanır. Demek ki doğa hâlâ direniyor, hâlâ taşkınlığından tattırıyor bize ki ona onu imha edecek taşkınlıklarla karşılık veriyoruz: Ekonominin ve tekniğin ölümcül zaferi, intiharı gerektiren zafer.

İnsanın tüm mutluluğu ve tüm acısı ve de tüm özlemi taşkınlıklarında dile geliyor; tüm çaresizliği. Doğa hiçbir zaman bir cennet değildi. Doğa, içinde bulunduğumuz şu dünya, evrende küçücük ama parçalayıcı bir ejderha gibidir. Ve her an doğurur ve öldürür o ve her an doğar ve ölür o. Ne kadar mavi gözükürse gözüksen, devasa bir karanlık besler onu, devasa bir boşluk, Herşeyi yutan bir canavar. İnsanın temel korkusu değil midir ki onu bu öcü karşısında bin bir düşünceye kurban eden. Varlık’ın biricik kurbanıdır insan. Kozmik facia dünyasal faciaya denk geliyor günümüzde, insan âlemi kendi sonunu müjdeliyor tekniğin en öldürücü görkemiyle, ekonominin en modern barbarlığıyla.

Çağlayan ve çalkalanan deniz, uğuldayan ormanlar, insan algısını kıran dev kayalar, gök yüzünün değişkenliğine aldırış etmeksizin bekleyişi simgelercesine sabit kalan suskun tepeler ne istiyor? Ne ister? Neyin özlemidir bu? Doğa da mı özler? Neyi özler ki doğa? Yalnızca insan mı özler?

line1.gif

Yaşamsal

Hiç ile Varlık’ın Buluşması

Doğa, sade doğa, sadece doğa. Uygarlıksız. Sesin varlığını unutturmakla sessizliğin bile kökünü kazıyan bileyici vahşet. Sade doğa. Yankılanıp durdu zihnimde öteki yaşamımdan kopup gelmiş imgesel dalgalar. Zihnim içe çöktü sandım. Bu dipsiz kuyunun, evreni bile içine alan çöküntüsünde durgunlaştım – Hiç’i mi adımladım, kendimle oyunlar mı oynadım: Birden haylaz bir çocuğun usulca akan dereyi çığırtan esinleri ve edimleri ulaştı zihnime. Vurdular kafa kafaya – ve: Ah, başım ağrıyor ve uğultular duyuyorum. Yine de sonu gelmez bozkırda yeterince güçsüz çığırtılar bunlar. Parlamalarım geceye dair görüntüler sunuyor ama gündüzün eşiğinde sonlu varlığımdan vahiyler alıyorum sanki. Ne zaman bunca dalgaya bulandım, üzerime vahşi denizin köpükleri bulanmış gibi bir izlenime kapıldım. Yaz sıcağı altında görkemli dağların kemiğine birlikte yapıştığım sevgilimi anımsadım. Bir azgın akarsu ya da şelale gibi aktı üzerime görkemli dağlardan. Ansızın her sözün duyumsadığım gibi ötekine ulaştığına orada tanık oldum –ilk kez.

Bir akıntı böldü beni ve etime musallat oldu oracıkta. Deresi ve denizi ile yatıştı şimdi bende o haylaz. Yine de ağzından çıkan köpükleri saklıyorum bedenimde. Daldım, dalmıştım, dipsiz okyanusa dalar gibi, benim küçük derem. Ait olduğu kentin soğuğu ile yaklaşıyor bana, ürpertiyor bedenimi. Ama ansızın Başka’nın sesi ulaştı kulaklarıma: Hiçlik ve Varlık bir arada yıkıldılar tepeme ve yakardılar birlikte. Boşlukta süzülen soluk gibi. Artık kopma vakti. Tekrar parçalara bölünene değin hoşça kal – kadim sessizliğim.

Sonsuz Dönüş

Romantik algıyla hüzünlü düşünceler neşeli danslarda buluşurlar ve eski kuşakların ruhları dalgalanır hafif serin esen rüzgârında bu toprakların. Duyguların akışına eşlik eden inişli çıkışlı sokaklar içine kapalıları taşmaya davet eder.

Kayboluşu tattıran, çocuk ile olgunu aynı bedende yüzleştiren eski taş sokaklar.

Azgındır çocuklar her yerdeki gibi, neşeli ve hüzünlüdürler, nedenini sormazlar, keyfini çıkarırlar buradalığın, hüzünleri kendilerini yaşayamayışlarındandır –yalnızca. Tepelerden çözülerek akan karın parıldayışı kadar neşelidir çocuklar, birlikte akarlar derelere, diplere, varoluş hazzını duyumsatırlar dağların eteklerinde birlikte konakladıkları ebeveynlerine.

Bozkırların fırtınalarıyla kavrulmuş varoluş melankolisine açılan sihirli kapılar, bu kapılardan geçmekte tereddüt eden âşıklar; bilinmez, bilinse de bildirilemez sırlar. Derin, fazla derin burada ruhsal dünya, buzullarla kaplıdır travmalar, güneşi bekleyen. Dağların gizemi okunur insanların yüzünde, kartallar şahlanır göğe ağır ağır süzülerek, kucak açar anılar delilere, kendine gelenlere. Sevgililer gözleriyle konuşurlar, sözcükler kendisini aratmaz, ama sözcükler kanatır ete dönüşünce. Konuşmamalı, sevişmeli –yalnızca.

line1.gif

Kuramsal

Felsefi Boşluk

Nedensizlik. Dipsizlik. Öylece oluş. Temel mesele: Boşluk. Tüm enerjiler boşluktan kaynaklanıyor, ona dayanıyor, her şeyin kökeni o.

Beni doğaya bağlayan şey, benim kendi doğamdır: Bedenim, sayıklamalarım, pedagojik olmayan edimlerim, toplumsala aykırı davranış bozukluklarım, taşkınlıklarım ve cinselliğim. Benim nedensizliğim doğanın nedensizliğine tekabül ediyor. Doğa ile temel akrabalığım: Nedensizlik. Dipsizlik. Öylece oluş. Doğa ile ilişkim onunla ilişkisizliğimdir: ona ulaşamamak, içinde yaşadığım hâlde onda olamamak, en yakınım olduğu hâlde en uzağım, en güvenilir olduğu hâlde hiç güvenemediğim. Doğadan aldığım sadece parçalardır, fragmanlar, sadece, bütününe ulaşamama yetersizliği bireysel çaresizliğimdir. Bu bende ona ulaşma özlemi yaratır, aynı zamanda onu yok etme isteği. Gizemcinin onunla birleşme isteği ile nihilistin onu imha etme isteği birbiriyle burada örtüşür.

Benim nedensizliğim doğanın nedensizliğine tekabül ediyor. İkimizin de kaynağı: Boşluk. Doğadan ayrılışım: Boşluk’un bendeki yetersizliği, bende bıraktığı boşluk. Yetersiz bir kaynak. Doğadan kopuşum ve doğa dışında arayışım: Kaynak, köken, neden, dip.

line1.gif

Yaşamsal

Boşluk

Yolun ortasında kala kaldı, bocaladı, ölü rengini aldı yüzü, düşecek oldu. Güneşli tatlı bir gündü, her zamanki gibi enerjik ve coşkuluydu. Uçuyordu kendine fazlalığından, taşkınlığından. Henüz 13 yaşındaydı devasalığını hissettiğinde. Bir dev gibi içini yarmış, işgal etmişti yüreğini. Etrafına bakındı, neler oluyor diye, bir şey olduğu yoktu dışarıda, her zamanki köy sükûneti, büyüleyen dağlar, sihirli tepeler, kendi halinde yollar.

Enerjinin sınırlarını hissetti ilk kez. Ve kötü hissetti –fazlasıyla. O enerji ki özellikle psikolojik açıdan oldukça güçlü olan annesine şu çaresiz sözü dedirtebilmişti: “Felek bile seninle baş edemez.” Ağır söz, güçsüzlüğün hüznü, karşıdaki güce yetinemeyen varoluş yakarışları. Yarım asır uzakta şimdilerde, yine de orada, psikolojik mekânının sarayında. Ve ona tanık olan anneannesinin gözyaşlarını duyumsuyor bu sözde. İşte, ama, boşluk daha derin bir güç, en derin, en güçlü. Varoluşumuzun ve Varlık’ın temelidir o. Hüznümüzün esas nedeni. Davranışlarımızın kökeni.

line1.gif

Kuramsal ile Yaşamsal

Şüphe

Düşünüyorum da, ne kadar şüpheci olduğumu bir ben bilirim bir de varlığından şüphe ettiğim Tanrı. Şüphe beynimin kıvrımlarını giderek delik deşik ediyor. Varoluş bilmecesinin sonu başladığı yere tekabül ediyor, demek ki gizemi varmış gibi duran bu dev, beni kemirerek beni bana bırakmaktan başka bir şeye yaramıyor.

Yine de giyindim kuşandım, baştan aşağı siyah, ağarmış saçlarımı siyah bir fötrün içine aldım, büyük bir çabayla da olsa kıvamına girdim. Kenevir iplikli parlak siyah botlar elimdeki taze kokulu gül ile mükemmel bir kontrast oluşturuyor. İnce uzun saplı, dikenli, siyahla harikulade uyum sağlayan kıp kırmızı bir gül, hararetle benimle geceyi bekliyor. Varlık’a dair şüphem beni ateş kırmızısı günbatımında konturlarını gecenin gizemiyle değiştirmek isteyen kent çatılarının üzerine taşıyor. İnsan özelliklerimle çıkabileceğim en yüksek yer. Bir an Gılgamış’ın göğe tırmanan uygarlık duvarlarına hüzünle bakan Enkidu’nun içini kemiren şüphesini anımsadım.

Güneşin batışı, gecenin çöküşünü, yalnızlığın üzerime çöküşünü müjdeliyor. Gece, şu metafizik gizem, bana yalnız olduğumu tekrar tekrar söylüyor. Dev alevler içinde yanan Roma’yı düşünüyorum, botlarımın altında kentin yanan çatıları, ah! çıtır çıtır sesler, görkemli bir senfoni. Ve ben kendimi eksiksiz duyumsuyorum. Hiçbir şüphem kalmadı.

Gizem

Varoluş bilmecesinin sonu başladığı yerdir.

line1.gif

yukarı

Ana Sayfa