Belleğin Doğuşu Bireyin
dünyaya girişi. “Ben”, oluşmadan. Zira
insansal Ben
ancak gelişerek benleşir –hiç tamamlanmasa da.
Burada doğan bellek, kişiyi var
eden anı deposudur ve kişi hep ilk âna
dönüş yapar. Benim
için dil, yaşamsalı felsefi boyutuyla
ifade etme
uğraşıdır. Bu metin bu nedenle otobiyografiktir. |
Varlık ve Hiç Üzerine Bir Fragman H. İbrahim Türkdoğan Lautréamont: “Varsam, bir başkası değilim.”
|
|||
|
Kuramsal Giriş Kişi, bellek ile Varlık’tadır. Varlık, bellek ile kişidir. Hiç, belleğin olmadığı yerdir. Hiç, bir yer değildir. Hiç –yersizdir. Uzam İnsanın
belirlenimi belirlenimsizliğidir. Bu, insanı kendini dizginsizce
tüketmeye
zorlar. Dizginsizlikle kendini imha eden insan, Herşey’le
bütünleşmek ve
doğanın bilinçdışı âlemine bilinçle
dönüş yapmak ister. İnsanın dünyaya olan
eksantrik durumu onda en derin özlemi yaratır: kendisi olmamak
ve bizzat canlı
dünyanın kalbinde ikamet etmek. İnsanın
dünyayı kaybetmiş oluşu onun reel yıkılışıdır ama aynı zamanda
dünyayı tekrar
bulma şansıdır. Ancak onu yeniden yakalayabilmesi için kaybı
en son aşamaya
götürmelidir: Kendini kaybedene dek. Kars’a
gidiş her zaman bir geri dönüştür
–benim için, tarihe geri dönüş
değil,
bizzat tarihin başlangıcına geri dönüş: Doğaya. Bu,
gerçek olduğu kadar da
gizemseldir, çünkü doğa Kars’ta
başlangıcın öngeçmişi ve şu anın tekrarıdır.
Dağlar, ormanlar, çayırlar, çaylar, tarlalar,
dereler; ufkun sisle kaplı ana hatları,
tüm bunlar hep oradaydılar ve kayboluşu olmayan bir
başlangıcın varlığına
işaret ederler. Diğer taraftan başlangıç hiç
olmayandır ama yine de olandır,
gelişi ve gidişi olan bir imgedir: Süreklilik. Geri
dönüş bir yere varmış olmak
değildir, örneğin Varlık’a. Geri
dönüşle yalnızca bir şey deneyimlenir: geri
gelişin tam merkezindeyken kaçan bir geri
dönüş. Yer, gök, dağ, taş; her ne
demekse Varlık - aynı zamanda bize en uzak olandır. Doğum
öncesinde tarih yoktur,
doğadır tarihsiz var olan. Yaşamsal Varoluş
Gecesine İniş Bataille:
“Ölümün korkutucu yapısı, insanın
korkuya olan gereksinimini gösterir. Bu
gereksinme olmadan ölüm insana kolay
görünür.” Arayışlarında
varoluş bilmecesinin gücüyle uzaklara fırlatılan
birey, dünyaya geldiği yere
henüz dönüş yapmadan dünyayı
dolaşmanın kendi ekseninde dönmeye eşit olduğunu
anlar. Dolayısıyla doğduğu yere dönüş ile oradan
uzakta kalış sadece birbirini
onaylar: Bir gizemi varmış gibi duran bu varoluş tüm
arayışları yutan kocaman
bir vakumdur. Bu baş döndürücü
buradalık karşısında, kuyruğunu yitiren
kertenkele gibi telaşlar içinde kaçacak delik
arar –birey. Kuramsal İnsanın
Ütopyası İnsanın
ütopyası: Doğaya egemen olmak. İnsanın vardığı yer: Kozmik
facia. Sartre’ın “insan
kendinin taslağıdır” tezi “insan kendinin
imhasıdır” ile sonuçlandı. Doğada
saklı olan ya da Varlık’ın görkemi olarak yansıyan
Hiç’in izine rastlamak için
doğaya egemen olması gerektiğini düşünüyordu
insan. Sonuç: Yıkım. Hiç değil,
yıkım. Lautréamont:
“Büyükten
küçüğe, her insan kendi ininde bir yabanıl
gibi yaşar, ve kendisi
gibi kendi inine çökmüş olan
türdeşini ziyaret etmek için pek ender
çıkar
buradan.” İnsan
kültürel bir canavardır. Şimdiye kadar
kendine dair tek kanıtı budur. Kendisinden büyük
olana, dünyaya, egemen olma
dürtüsü ona dünyayı
kaybettirmiştir. Bu onun dinmeyen acısıdır. Bu acıda kendini
tamamen yitirdiği an dünyaya dönüş
yapabilecektir. Ama eğer kendisinden büyük
olanı, dünyayı, yeniden algılarsa, kendi varoluşunu yeniden
yaratabilir. Bu yaratılış ama
bir bütün olarak dünyayı
kabulleniş olacaktır, yani bir sömürü
nesnesi olarak değil, elde edilemeyen
doğa olarak dünya, baskılanamayan şu
yeryüzü, şu dağ, şu deniz, şu taş, şu
toprak, şu gökyüzü, şu Herşey: Varlık. Gündelik dilde insanın ikinci doğası olarak adlandırılan kültür, insanı eline geçirmiş bir vaka olarak hüküm sürer. Tıpkı doğaya hükmeden insan vakası gibi: İnsan, ne idüğü belirsizdir. Dünya çapında bir çöp yığınına dönüşen kültürel olguda ancak sarhoş dolaşabilen bir kurtçuk seviyesindedir. Yıkıma dönüşen doğayla ilgilenen allak bullak olmuş doğa koruyucuları gibi bu kurtçuk çöp yığınından hâlâ medet ummaktadır. Doğa koruyuculuğu sömürü sanayisini kendisini ölesiye üretmemesi konusunda uyarmakla görevlidir. Ne kadar parazit kalmışsa hepsi bu kavram altında toplanır. Yara bere hâlindeki doğayı emmekle meşgul bu aç gözlüler, ellerinden gelse doğayı ikinci kez öldürüp yeniden sömürmeye başlayacaklardır, bu kez ama “doğaya lâyık” adı altında. Hayvana lâyık terbiye, çocuğa lâyık pedagoji talebinde bulunan aynı sömürücülerdir bunlar. Sömürü odaklı insan doğayı doğaya bırakmak, hayvanı hayvanlığa bırakmak, çocuğu çocukluğa bırakmak düşüncesine yabancıdır. Doğanın
Kendisi Doğa
başka bir yaşamdır, başka bir ölümdür.
Terbiye edilmemiş insan da başkadır ya
da insanın içindeki doğa demeliyiz bu başka olana. Ve doğa
ile insan arasında
her zaman fark vardır. Doğa kategorileştirilemez, kapsanamaz ve insan
odaklı değildir.
Her kavramın üzerinde durur, içinde değil. İnsana
en uzak ve en yabancı olan
doğadır. İnsanı betimleyen hiçbir düşünce
doğaya uymaz. Ona dokunuşta bile bu
yabancılık ürpertiyle karşılık gösterir. Yabancılık
derken yabancılaşmadan söz
etmiyorum, bu, kültürün ya da
kültür odaklı terbiyeden geçmiş insanın
nevrotik
algısıdır. Böyle bir şey yok doğada. Doğa, taşkın olduğu
içindir ki kapsanamaz,
kavramlara yerleştirilemez, onu betimleyecek olan her kavramı taşar.
Bataille’ın
taşkınlık felsefesi buradan fışkırır. Ve belki de insana en yabancı
olan şey
doğadır, hatta tam “işte burada evdeyim” dediğiniz,
her şeyinizle iç içe
olduğunuz, her şeyiyle tanıdığınızı sandığınız doğa o anda bile
yabancıdır
size. Bu nedenle de hep onu arzularız, içinde olduğumuz
hâlde ona doyamayız,
onu isteriz, ona özlemle bakarız, özlemle dokunuruz.
Onu sömürmemiz bu
taşkınlıktan olsa gerek, kendimizi aşarak onu
öldürmeyi denemek, onunla
birlikte kendimizi öldürmek. İnsanın yazgısı gibi
gözüküyor bu. Bütün
insansal
aşırılıkların, bütün insansal taşkınlıkların,
bütün insansal savurganlıkların
kökeni bu olsa gerek. Bataille –haklıydı. Ve insan
onunla, doğayla, onun ölümü
anında yüz yüze gelirse, işte o zaman kendi sonsuz
sonunu görecektir ve bu an
ona belki ikinci bir şans tanır. Demek ki doğa hâlâ
direniyor, hâlâ
taşkınlığından tattırıyor bize ki ona onu imha edecek taşkınlıklarla
karşılık
veriyoruz: Ekonominin ve tekniğin ölümcül
zaferi, intiharı gerektiren zafer. İnsanın
tüm mutluluğu ve tüm acısı ve de tüm
özlemi taşkınlıklarında dile geliyor; tüm
çaresizliği. Doğa hiçbir zaman bir cennet
değildi. Doğa, içinde bulunduğumuz şu
dünya, evrende küçücük
ama parçalayıcı bir ejderha gibidir. Ve her an doğurur
ve öldürür o ve her an doğar ve
ölür o. Ne kadar mavi
gözükürse gözüksen,
devasa bir karanlık besler onu, devasa bir boşluk, Herşeyi yutan bir
canavar.
İnsanın temel korkusu değil midir ki onu bu öcü
karşısında bin bir düşünceye
kurban eden. Varlık’ın biricik kurbanıdır insan. Kozmik facia
dünyasal faciaya
denk geliyor günümüzde, insan
âlemi kendi sonunu müjdeliyor tekniğin en
öldürücü görkemiyle,
ekonominin en modern barbarlığıyla. Çağlayan
ve çalkalanan deniz, uğuldayan ormanlar, insan algısını
kıran dev kayalar, gök
yüzünün değişkenliğine aldırış etmeksizin
bekleyişi simgelercesine sabit kalan
suskun tepeler ne istiyor? Ne ister? Neyin özlemidir bu? Doğa
da mı özler? Neyi
özler ki doğa? Yalnızca insan mı özler? Yaşamsal Hiç
ile
Varlık’ın Buluşması Doğa, sade doğa, sadece doğa.
Uygarlıksız. Sesin varlığını unutturmakla
sessizliğin bile kökünü kazıyan bileyici
vahşet. Sade doğa. Yankılanıp durdu
zihnimde öteki yaşamımdan kopup gelmiş imgesel dalgalar.
Zihnim içe çöktü
sandım. Bu dipsiz kuyunun, evreni bile
içine alan
çöküntüsünde
durgunlaştım
– Hiç’i mi adımladım, kendimle oyunlar
mı
oynadım: Birden haylaz bir çocuğun usulca akan dereyi
çığırtan esinleri ve
edimleri ulaştı zihnime. Vurdular kafa kafaya – ve: Ah, başım
ağrıyor ve
uğultular duyuyorum. Yine de sonu gelmez bozkırda yeterince
güçsüz çığırtılar
bunlar. Parlamalarım geceye dair görüntüler
sunuyor ama
gündüzün eşiğinde sonlu
varlığımdan vahiyler alıyorum sanki. Ne zaman bunca dalgaya bulandım,
üzerime
vahşi denizin köpükleri bulanmış gibi bir izlenime
kapıldım.
Yaz sıcağı altında
görkemli dağların kemiğine birlikte yapıştığım sevgilimi
anımsadım. Bir azgın
akarsu ya da şelale gibi aktı üzerime
görkemli dağlardan. Ansızın her
sözün duyumsadığım gibi ötekine ulaştığına
orada tanık oldum –ilk kez. Bir akıntı böldü
beni ve etime musallat oldu oracıkta. Deresi ve denizi ile
yatıştı şimdi bende o haylaz. Yine de ağzından çıkan
köpükleri saklıyorum
bedenimde. Daldım, dalmıştım, dipsiz okyanusa dalar gibi, benim
küçük derem.
Ait olduğu kentin soğuğu ile yaklaşıyor bana, ürpertiyor
bedenimi. Ama ansızın
Başka’nın sesi ulaştı kulaklarıma: Hiçlik ve
Varlık bir arada yıkıldılar tepeme
ve yakardılar birlikte. Boşlukta süzülen soluk gibi.
Artık kopma vakti. Tekrar
parçalara bölünene değin hoşça
kal – kadim sessizliğim. Sonsuz
Dönüş Kayboluşu
tattıran, çocuk ile olgunu aynı bedende yüzleştiren
eski taş sokaklar. Azgındır
çocuklar her yerdeki gibi, neşeli ve
hüzünlüdürler, nedenini sormazlar,
keyfini çıkarırlar buradalığın, hüzünleri
kendilerini yaşayamayışlarındandır –yalnızca. Tepelerden
çözülerek akan karın
parıldayışı kadar neşelidir çocuklar, birlikte akarlar
derelere, diplere,
varoluş hazzını duyumsatırlar dağların eteklerinde birlikte
konakladıkları
ebeveynlerine. Bozkırların
fırtınalarıyla kavrulmuş varoluş melankolisine
açılan sihirli kapılar, bu kapılardan geçmekte
tereddüt eden âşıklar; bilinmez,
bilinse de bildirilemez sırlar. Derin, fazla derin burada ruhsal
dünya,
buzullarla kaplıdır travmalar, güneşi bekleyen. Dağların
gizemi okunur
insanların yüzünde, kartallar şahlanır göğe
ağır ağır süzülerek, kucak açar
anılar delilere, kendine gelenlere. Sevgililer gözleriyle
konuşurlar, sözcükler
kendisini aratmaz, ama sözcükler kanatır ete
dönüşünce. Konuşmamalı, sevişmeli
–yalnızca. Kuramsal Felsefi Boşluk Nedensizlik.
Dipsizlik. Öylece
oluş. Temel mesele: Boşluk. Tüm enerjiler boşluktan
kaynaklanıyor, ona
dayanıyor, her şeyin kökeni o. Beni
doğaya bağlayan şey, benim
kendi doğamdır: Bedenim, sayıklamalarım, pedagojik olmayan edimlerim,
toplumsala aykırı davranış bozukluklarım, taşkınlıklarım ve
cinselliğim. Benim nedensizliğim
doğanın nedensizliğine tekabül ediyor. Doğa ile
temel akrabalığım: Nedensizlik. Dipsizlik. Öylece oluş. Doğa
ile
ilişkim onunla ilişkisizliğimdir: ona ulaşamamak, içinde
yaşadığım hâlde onda
olamamak, en yakınım olduğu hâlde en uzağım, en
güvenilir olduğu hâlde hiç
güvenemediğim. Doğadan aldığım sadece parçalardır,
fragmanlar, sadece, bütününe
ulaşamama yetersizliği bireysel çaresizliğimdir. Bu bende
ona ulaşma özlemi
yaratır, aynı zamanda onu yok etme isteği. Gizemcinin onunla birleşme
isteği
ile nihilistin onu imha etme isteği birbiriyle burada
örtüşür. Benim nedensizliğim doğanın nedensizliğine tekabül ediyor. İkimizin de kaynağı: Boşluk. Doğadan ayrılışım: Boşluk’un bendeki yetersizliği, bende bıraktığı boşluk. Yetersiz bir kaynak. Doğadan kopuşum ve doğa dışında arayışım: Kaynak, köken, neden, dip. Yaşamsal Boşluk Yolun ortasında
kala kaldı, bocaladı, ölü rengini aldı
yüzü,
düşecek oldu. Güneşli tatlı bir
gündü, her zamanki gibi enerjik ve coşkuluydu.
Uçuyordu kendine fazlalığından, taşkınlığından.
Henüz 13 yaşındaydı
devasalığını hissettiğinde. Bir dev gibi içini yarmış, işgal
etmişti yüreğini.
Etrafına bakındı, neler oluyor diye, bir şey olduğu yoktu dışarıda, her
zamanki
köy sükûneti, büyüleyen
dağlar, sihirli tepeler, kendi halinde yollar. Enerjinin
sınırlarını hissetti ilk kez. Ve kötü hissetti
–fazlasıyla. O enerji ki özellikle psikolojik
açıdan oldukça güçlü
olan annesine
şu çaresiz sözü dedirtebilmişti:
“Felek bile seninle baş edemez.” Ağır söz,
güçsüzlüğün
hüznü, karşıdaki güce yetinemeyen varoluş
yakarışları. Yarım asır
uzakta şimdilerde, yine de orada, psikolojik mekânının
sarayında. Ve ona tanık
olan anneannesinin gözyaşlarını duyumsuyor bu sözde.
İşte, ama, boşluk daha
derin bir güç, en derin, en
güçlü. Varoluşumuzun ve
Varlık’ın temelidir o.
Hüznümüzün esas nedeni.
Davranışlarımızın kökeni. Kuramsal ile Yaşamsal
Şüphe Düşünüyorum
da, ne kadar şüpheci olduğumu
bir ben
bilirim bir de varlığından şüphe ettiğim Tanrı. Şüphe
beynimin kıvrımlarını giderek delik
deşik ediyor. Varoluş
bilmecesinin sonu başladığı yere tekabül ediyor, demek ki
gizemi varmış gibi
duran bu dev, beni kemirerek beni bana bırakmaktan başka bir şeye
yaramıyor. Yine
de giyindim kuşandım, baştan aşağı siyah, ağarmış saçlarımı
siyah bir fötrün
içine aldım, büyük bir çabayla
da olsa kıvamına girdim. Kenevir
iplikli parlak siyah botlar elimdeki taze kokulu gül ile
mükemmel bir kontrast
oluşturuyor. İnce
uzun saplı, dikenli, siyahla harikulade
uyum sağlayan kıp kırmızı bir gül, hararetle benimle geceyi
bekliyor. Varlık’a
dair şüphem beni ateş kırmızısı günbatımında
konturlarını gecenin gizemiyle
değiştirmek isteyen kent çatılarının üzerine
taşıyor. İnsan özelliklerimle
çıkabileceğim en yüksek
yer. Bir an Gılgamış’ın göğe tırmanan uygarlık
duvarlarına hüzünle bakan
Enkidu’nun içini kemiren şüphesini
anımsadım. Güneşin
batışı, gecenin
çöküşünü, yalnızlığın
üzerime
çöküşünü
müjdeliyor. Gece,
şu metafizik gizem, bana yalnız olduğumu tekrar tekrar
söylüyor.
Dev alevler içinde yanan Roma’yı
düşünüyorum,
botlarımın altında kentin yanan çatıları, ah!
çıtır çıtır sesler, görkemli bir
senfoni. Ve ben kendimi eksiksiz
duyumsuyorum. Hiçbir şüphem kalmadı. Gizem Varoluş
bilmecesinin sonu başladığı
yerdir. |