Ben ve Hiç

Dil olsa olsa gerçeğin gölgesi olabilir.

H. İbrahim Türkdoğan

 (Bu metnin ilk versiyonu Kara Mecmua'da yayımlandı,  2001, Sayı 6,)

Normal düşünenler olarak insan dünyasının bir kaç duyu üzerine kurulu olduğunu düşünür ve bunu benimseriz. Sağduyulu insanlar olarak gördüklerimizin, duyumsadıklarımızın, duyduklarımızın, kokladıklarımızın gerçek olduğuna inanırız. Bu düşünce tarzı genel bir realizm olarak adlandırılır. Nesnenin sabitliğine ve özün değişmezliğine inanırız. Realizm bu durumda normal olma sıfatını alır. Bu düşünce dünyanın bizlerden bağımsız olarak var olduğunu sanan sağduyulu insanın genel gerçeğidir. Belirli bir realite içine doğar ve o realitede yaşarız, dolayısıyla onun tek gerçek oduğunu düşünür ve böyle hareket ederiz. Doğal olarak dünyayı düşündüğümüz şekliyle adlandırır ve bu düşünce biçimini geçek sayarız. Dolayısıyla bilincimiz edimlerimizin güvenilir bir rehberi olur. Bu düşünceden hareketle gerçeğin deneylerle kanıtlanabileceğine inanırız. Mantığa göre ölçülebilen şey gerçektir. Deney gerçekle eşanlamlılık kazanır. Mantıkçı, gerçeğin yasalarla kurulu bir düzen olduğunu ve bunun böyle kabul edilmesi gerektiğini düşünür.

Doğal-çocuksal bilincin çıkış noktası dışsalı algılamaya ve içsele güvenmektir. Bu anlamdaki doğal düşünme tarzı her normal insanın bilinç şeklidir. Neden? Çünkü bu tarz herkesin olan dünyayı ortak algılamasından kaynaklanır. Daha doğrusu genel bir algılama söz konusudur burada. Dünya genelin algılama mülkiyetidir. Sağduyulu insanlar olarak dünyayı aynı gerçek olarak algılama gücüne sahibiz. Dolayısıyla dünya genelin mülkiyetidir. Sahip olduğumuz bu düşüncelerle dünyayı genelin mülkiyeti haline getiririz. Sağduyulu insanın mülkiyeti gözüyle gördüklerinden ibarettir. Ya da bir mikroskopla gördüklerinden. Sadece ölçülebilen şeyler tanınma karakterine sahip olur. Bu karakter insanın kişiliğiyle bağlantılıdır. Şeyleri tanımlarken onlara içerik yükleriz. Bu içerik bizim şeyler hakkındaki mantıkçı düşüncelerimizin bir sonucudur. Nesneleri tanıdığımızı, bildiğimizi düşünür ve buna da inanırız, çünkü nesnelere verdiğimiz içeriği, adları ve tanımlama işlevini gerçek sayarız.

Max Stirner (1806-1856) dünya benim mülkiyetimdir derken genelin dünyasından başka bir şey mi ifade etmekteydi?

Stirner’e değinmeden önce Ludwig Wittgenstein’a (1889-1951) kısaca değinmekte bu yazının akışı açısından fayda var. Wittgenstein, eğer dünya sorunu bir dil sorunuysa, o zaman bu sorunu temel olarak çözdüğünü ileri sürmüştü. Wittgenstein’a göre söylenebilecek ne varsa söylenir. Ama ya söylenemeyecek şey varsa peki? O zaman susmamız mı gerekir? Susmakla neyi ifade edebiliriz? Susmak herhangi bir şey ifade edebilir mi? Ayrıca, Wittgenstein ne kadar emindi kendisinden dünya sorunlarını çözdüğünü iddia ederken?

Gerçek denilen şey dünyaya yüklediğimiz dilin bir ürünüdür. Dil ile dünyayı betimler ve dil ile onu algılarız. Oysa dile yüklediğimiz temel önem yani düşünceyle dili eşanlamlı kılmamız bir yanılgı değil midir? Bunu tartışacağız. Stirner bize bu tartışmada eşlik edecektir.

Stirner rasyonel dil üzerine kurulu dünyayı son aşamaya kadar yorumlayıp açıkladıktan sonra susar. Düşüncelerin, tinin, ideolojilerin dünyasına hayaletler adını verdikten sonra beni hiçbir şey adlandıramaz, der. “hakikatin kriteri Ben'im, Ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim demek ki dillendirilemem.”1 Hayaletler adını verdiği düşünceleri psikolojik bir terim olarak ifade etmemiz gerekirse, adına nevrotik davranış ve psikolojik dengesizlik dememiz gerekiyor. Stirner’in bazen modern bir psikanalizci gibi yazdığını göz önünde tutmalıyız. Stirner, insanı analiz ederken felsefesini radikal bir psikanaliz üzerine kurar.

Dünyaya atılmış etten kemikten somut Ben ilk aşamada öz iradesiyle ve olanakları, gücü çerçevesinde kendisini yaratmaya çalışacaktır. Buna empirik Ben adını verebiliriz. Bu görünüşteki Ben’dir. Rasyonalizmin laboratuvarında ölçülebilen, bin bir düşünce sahibi olabilen hatta bu düşüncelerin ürünü olan yüzeydeki bir Ben’dir. Ancak empirik olmayan, hem yaratılan hem de yaratıcı olabilen bir Ben vardır ki, ona şimdilik arı Ben diyelim. Bu, salt düşünen biri olmakla yetinmez, düşüncelerin yaratıcısı olmakla beraber Herşey ve Hiçbir şeydir. Düşünceleri yadsırken kendisi bir dünceler dünyasıdır. Adsız olmakla birlikte düşüncelerin kralıdır o. Ancak bu kral, kral olduğu için kendisi içindir. Oysa biz kendinde şeyden söz etmekteyiz. Yanıltmacaların ortadan kalktığı şeyden söz ediyoruz. Dil felsefecisi Fritz Mauthner (1849-1923) “çaresiz” dili şöyle ifade ediyor: “Görünülerin dünyasındayım; ayrıca benim ama – ki bunu sadece kendimden yola çıkarak biliyorum – aynı zamanda kendinde ve kendisi için bir şeyim. Konuş öyleyse! Kendinde ve kendisi için olan biri olarak neyim ben? Ben, ben, ben! Ben, ben, ben! Saçma bir yinelemeyi ve kekelemeyi aşamamaktır dil.”2

Tükenişini en geç tekrarda açığa vuran dil, Stirner’in Der Einzige und sein Eigentum ve Wittgenstein’ın Tractatus logico-philosophicus adlı eserlerinde incelenirken, bu eserlerin bazı önemli temel tümcelerinin, özellikle de son tümcelerinin aynı şeyi ifade ettikleri gözümüzden kaçmıyor. Son aşamada Wittgenstein susmayı, Stirner ise bir açıdan susmak olan Hiç’i seçer. Bu da mantıksal bir tutarlılıktır. Bunu açıklayalım. (Hiç ile) susmak ne Wittgenstein’ın ne de Stirner’in bir çaresizliğidir, bizzat dilin yetersizliğidir. Dolayısıyla Stirner’in tekbencil ya da Biricik olup olmadığı sorunu Stirner’den kaynaklanmıyor, bizzat dilin kendisinden.

Ortaçağ'da felsefecilerin evrenseller (tümeller) üzerine girdikleri kavga bir açıdan Stirner’e kadar sürmüştür. Nominalistlerle realistlerin (bu kavramlar günümüzde farklı kullanılmaktadır) giriştikleri bu kavgada nominalistler kavranamayan yaratıcı Tanrı'yı kavramlar ağında görmek isteyen usa karşı savunmuşlardı. Stirner şüphesiz en radikal hatta Gustav Landauer’in ifadesiyle son büyük nominalisttir. (Bu kavramla Stirner'i nominalizme, bir ada indirgemiyorum, sadece mantıksal bir yöntem açısından ifade ediyorum.) Ona göre evrensellerin nesnel gerçeklikleri yoktur, evrenseller sadece birer sözcükten, birer ad'dan ibarettir. Tüm felsefe sözcükler üzerine kurulu bir yorumdan ibarettir. Sözcüklerin gerçekliği yoktur. Stirner, kavranamayan yaratıcı Ben’i dinci, genel, hümanist, sosyolojik ve her tür genel kavramlara karşı savunur. Ortaçağ nominalistleri Tanrı’nın kendi kendini ve evreni hiçten yarattığını ileri sürerlerken, Stirner de Ben’in aynı güce sahip olduğunu ve dolayısıyla meselesini Hiç’e bırakan Ben’in yaratıcı bir Ben olduğunu ifade eder. Ne demişti Stirner: “Eğer Tanrı ve insanlık, Sizlerin de doğruladığı gibi, Herşeyde Herşey olabilecek yeterli niteliğe sahiplerse, Ben de böylece, onlardan daha az yoksun olduğumu hissedebilirim, ve kendi “boşluğumdan” da şikayetçi olmam. Ben boşluk anlamında bir Hiç değilim, bizzat yaratıcı bir Hiç'im, bir yaratıcı olarak kendi içinden Herşeyi yaratan bir Hiç.”3

Örnekliyorum:

Felsefesini temellendiren yaratıcı bir Hiç'le kendisini özdeşleştiren birini “küçük burjuva” (Marx) ya da anarşist4 (Engels) olarak betimlemek pek tuhaf bir anlayış şekli değil midir? Stirner, kategorik buyruklar içeren “küçük burjuva” ya da “anarşist” gibi kavramlarca yaşamını şekillendirecek bir realist değildi. Marx ve Engels ise “proletaryanın kendisinden” daha çok proletarya kavramı tarafından yönlendirilmişlerdir. Düşüncelerinde var ettikleri bir proletarya fantomuna yakalanmışlardır. İnsanı sadece bir homo economicus, neredeyse bir proleter gören Marx, Stoacıların insanın şeylerden daha çok şeyler üzerine olan düşüncelerinden etkilendiğini anlayamamıştır.

Stirner’in, Mauthner’in sözünü ettiği “saçma yinelemenin” üstesinden gelip gelmediği tartışılır. Mauthner, Stirner’in kendi söylediğini kendisinin anlamadığını ileri sürerek Stirner’de saklı bir gizemcilik olduğunu söylemek ister.

Açıklama:

Mauthener’in sözünü ettiği gizemcilik genel olarak bilinen, alışılagelmiş bir gizemcilik değil. Söz konusu gizemcilik Mauthner’in kendi kavramı olan Tanrıtanımaz (Tanrısız) Gizemcilik'tir. Bu kavramı Stirner bağlamında irdeleyeceğim. (Aynı kavramı, Mauthner'den bağımsız olarak Paul Valéry de kullanır.)

Stirner’in dil eleştirmenciliği görebildiğim kadarıyla ilk kez Mauthner tarafından ilgi görmüştür. Stirner’in Biricik ve Mülkiyeti'nde dikkat çeken bu özellik bugün hâlâ birçok düşünürce dikkate alınmamaktadır. Bu daha çok bu düşünürlerin, Marx örneğindeki gibi, tek taraflı bakış açılarından kaynaklanıyor. Stirner her sözcükte bir hayalet görür, her sözcük Ben’in varlaşmasını engeller ona göre. Mauthner şöyle yazıyor:

“Dilin töre ve insan davranışlarındaki en genel alışkanlıkları üzerindeki erkini daha önce hiç kimse Stirner gibi yangın saçan o ateşli eseri ‘Biricik ve Mülkiyeti’nde böylesi bir öfkeyle görememişti. Stirner’e göre tüm soyutlamalar, gerçekler, idealler, aslında bütün büyük sözler nefret edilmesi gereken hayaletlerdir. [...] Stirner nefret etmek zorundadır, başka türlü yapamaz. [...] Dilden de nefret etmek zorundadır. Stirner’in şu korkunç sözü, amacı doğrudan bu değildiyse de, dil için de hatta özellikle dil için geçerlidir: ‘Hazmet kutsal ekmeği ve kurtul.’ Hazmet dili ve kurtul; hazmet logos’u, yut sözcüğü.“5 Stirner’den büyük bir hayranlıkla söz eden Mauthner, Stirner’in Ben üzerine “dogmacı” yaklaşımını sert bir dille de eleştirir. Böyle düşünürlere az rastlanır. Bir felsefeciye beslediği sempati ve sevgiye karşın onu (sert) eleştirmek düşünürler arasında pek rastlanılmaz. Mauthner bu yönüyle benim gözümde eşsizdir. Soruyorum: Stirner, Ben felsefesini bir dogma üzerine mi kurdu? Stirner’de tekrar tekrar, altı çizilerek, öfkeyle, haykıra haykıra ve kahkahalarla ifade edilen o Ben bir dogma mıdır? Bence, Stirner felsefesi çürütülebilecekse, diğer felsefesel ve düşünce sistemleri kapsamına girecekse ve bu da bir çöküş demekse, işte bu noktada aranmalıdır bu çöküş. Kusur varsa bu noktada var. Eğer ama Ben felsefesinin bir dogma olmadığını görebilirsek, o zaman bu felsefe hiçbir düşünce sistemi kapsamına giremez ve dolayısıyla çöküş değil, geleceğin aydınlanma kuşağının keşfedebileceği biricik bir düşüncedir.

Antik Yunan ve 18. yüzyıl Avrupa'sında başlayan Aydınlanmanın bugün yani postmodern çağda çöküşüne tanık oluyoruz. Stirner felsefesi bu çöküşü yaşamadı, çünkü Aydınlanma denen projede onun felsefesinin bir rolü yoktu.

Mauthner'in eleştirisi: “Ben’in bir yanılsama olduğu düşüncesiyle Stirner’e karşı gelmek, Stirner’in felsefi yapısını ciddi bir şekilde bozardı. [...] Çünkü vahşice gülen o son tümcesini kendisi bile tam olarak anlamamıştı”6

Neydi Stirner’in o vahşice gülen son tümcesi? “Ben meselemi Hiç'e bıraktım!”7

Stirner, sanki anlaşılmamak ya da yanlış anlaşılmak için filozofların eline yeterince malzeme veriyor ve onları zor durumda bıraktığını da vurgulamak istiyorum.

Kimilerine göre varoluşcu, kimilerine göre anarşist, tekbenci, nihilist, faşist olan Stirner “düşüncesiz” olduğunu söyleyerek “düşünceler dolu” bir eser bıraktı geriye. Ve “düşüncesiz aziz Max” üzerine Karl Marx, Stirner’in kitabından sayfa açısından daha büyük bir eleştiri (Alman İdeolojisi) yazdı. Değermiydi “ham kafalı” bir adam üzerine bu denli bir çalışma? Üstelik bugün “Diyalektik Materyalizm” olarak bilinen dünya görüşünü Marx, ilk kez Stirner’e yazdığı o meşhur eleştirisinde geliştirdi. “Düşüncesiz” biriyle bu boyutta ilgilenmek daha büyük bir düşüncesizlik değil midir? Yoksa korktuğu bir şey mi vardı?

Herkesin herkesi düşüncesizlikle suçladığı bir dünyada, Stirner neden kendini açıktan düşüncesiz ilân ediyordu? Yoksa sadece birilerini kızdırmak ya da provoke etmek için mi “düşüncesizce” şeyler yazıyordu? Dil üzerinde sadece bir oyun mu oynamıştı? Yoksa “düşüncesizlik”le başka bir şey mi demek istiyordu?

Feuerbach, Hess ve Szeliga Stirner’e yaptıkları eleştirilerinde Stirner’in “Biricik” ve “Eigner” kavramlarını anlamadıklarını, anlayamadıklarını beyan etmişlerdir. Bu üç filozofa karşılık verdiği metninde onlara şu yanıtı verir Stirner: “Stirner’in söylediği bir sözcük, bir düşünce ve bir kavramdır; söylemek istediği ise, ne bir sözcük, ne bir düşünce ve ne de bir kavramdır. Stirner’in söylediği söylemek istediği değildir ve söylemek istediği söylenemez.”8

Bir hayli karışan kafaları karıştırmaya devam edecek olursak şunu da alıntılamamız gerekecek: “Biricik bir sözcüktür ve bir sözcüğün altında düşünülecek bir şey olmalıdır, bir sözcük düşünce içermelidir. Oysa biricik düşüncesiz bir sözcüktür, düşünce içermez.”9

Bu tümceler ister istemez Mauthner’den epeyce etkilenen Wittgenstein’ı anımsatır. Söylenebilecek her şeyi söyledikten sonra susmayı tercih eden Wittgenstein, söylenemeyecek şeyin olduğunu da vurgular. Meselesini Hiç'e bırakan biri için de susmaktan başka ne kalır geriye. Mauthner, haklı olarak Stirner’in Ben felsefesinin bir yanılsama olduğunu söyler. Ancak Mauthner bir konuda yanılır.

Önce “düşüncesizlik”i düşünceleştirmek istiyorum. Stirner’e kadar Batı felsefesi esas olarak düşünceler sisteminden oluşmaktaydı. Antik Yunan’dan Stirner’e kadar yaşamı esas belirleyen sistemlerdi. Ontolojik bir açıdan baktığımızda Stirner’in “düşüncesizliğini” anlamak zor olmasa gerek. Yukarıda hayaletlerden ve fantomlardan söz etmiştim. Düşünceler hayaletleşince, kutsallaşınca, sabitleşince kısaca, insanı yönlendirmeye başlayınca, işte o zaman insanın Kendisinden, biricikliğinden söz edemeyiz. Bu durumda insanın düşüncelerin ürünü olduğunu görürüz.

İnsan düşünceyi, örneğin İnsan düşüncesini düşünür. Düşüncenin var olabilmesi için insanın olması gerekir. İnsan önceldir, kendisini düşünerek yaratacak olandır. Yer yer Stirner’in stilinde yazan varoluşcu Martin Heidegger ile (1889-1976) söyleyecek olursak: Varoluşun varlığı her varoluşun seçtiği olanaklara dayanır. Bu seçimi yaptıktan sonra ya kendisini yaratacaktır ya da başkasının eseri olacaktır. Kendisini yaratması onun otantik durumudur yani biriciktir. Ama eğer seçimi başkasına bırakırsa, kendisinin eseri olamaz ve dolayısıyla otantik ve biricik değildir. Bunu şöyle örnekleyebiliriz: sevgi güzel bir duygudur ama kutsal sevgi sevgiyi göreve dönüştürür, onu zorunlu kılar.

Devlet, din, aile, âhlâk, insanlık, özgürlük ve başka kutsallaşmış düşünceler, varlığın tüm putları saygı ve sevgiyi zorunlu kılar. Bu putlar insan biricikliğinin dış koşullarıdır, onun otantik olmayan varlığının kökenleridir.

İnsan kişiliğinin önsel biçimleri soyut ve somut putların etkisindedir. İnsanın Kendileşmesini, biricikleşmesini, Heidegger’in deyimiyle otantikleşmesini engeller. Stirner'in önerisi bireyin Kendini yaratmasıdır. Binlerce düşüncenin geçekleşmesi için düşünceyi yaratanın düşüncenin efendisi olmasını, toplumsalın putlarından arınmasını önerir. Stirner, dili sorgularken şunu sorar: Saplantı nedir? Yanıt: İnsanı egemenliğine almış bir düşünce. Ve şöyle devam ediyor: “Sen kaçıksın ey insan! Kafanda bir tahta eksik! Görkemli hayaller içinde yüzüyorsun ve varolduğuna inandığın bir tanrılar dünyası, seni çağıran bir tin diyarı, sana göz kırpan bir ideal resmediyorsun. Senin bir saplantın var! Yüce olana tutunanları ve (çoğunluk bu gruba dahil olduğu için) neredeyse dünyadaki tüm insanları gerçek deli, tımarhanelik deliler olarak gördüğümü söylediğimde şaka yaptığımı ya da mecazen konuştuğumu sanma.”10

“Düşünce özgürlüğünün” sınırlı ve duruma göre yasak olduğu bir ülkede düşünce özgürlüğünden daha çok düşüncesizliği tercih etmek ilk anda çok komik görünse de tam da Prusya yönetimine benzer koşullarda yazılmıştır bu sözler. Tüm anayasa bir saplantı değil midi? İnsanı Tanrı tahakkümünden kurtaran Feuerbach (1804-1872), onu insan düşüncesi tahakkümüne almıyor muydu? Eğer düşünce özgürlüğü düşüncenin özgürlüğü ise, düşünce düşünenin mülkiyetinden çıkmış demektir; bu durumda işte saplantıdan söz ederiz. Din özgürlüğü din düşüncesini düşünen kişinin mülkiyetinden çıkmış ve onu kendi mülkiyetine almışsa, düşünenin saplantılı olduğunu vurgulayabiliriz. Peki, dinin mülkiyetinde olmayan bir din düşünürü var mı? Demokrasinin mülkiyetinde olmayan bir demokrat var mı? Âşkın mülkiyetinde olmayan bir âşık var mı? İnsanlar düşüncelerdeki nesnelerin ve nesneleştirdikleri düşüncelerin peşinden koşar dururlar daima. Sokaklarda durmadan günlerce ve yıllarca bir yerlerden bir yerlere giden insanlar gibi sürekli bir şeylerin peşinde koştururlar. En güzel âşk en tutkulu âşk değil midir? En tutkulu âşk en fanatik âşk değil midir? Bir düşünceyi sonuna dek yaşamak, âşkı tüm hararetiyle yaşamak fanatik bir tarz değil midir, eğer fanatik tarz bir şeylere aşırı coşkuyla bağlanmak demekse. Yoksa tüm bu coşkular Heidegger’in sözünü ettiği otantik olmayan varoluş biçimleri midir? Dilin ve özellikle anadilin ulusalcı, klancı, halkçı sınırlarında varlığını sürdüren, daha doğrusu varlığı sürdürülen insanın, Heidegger’in deyimiyle Man'ın yanlış yaşam biçiminden arınması gerekiyor. Kimi felsefecilerin yabancılaşma kapsamında gördükleri insana Man adını veren Heidegger, insanın otantikleşme sürecini yabancılaşmayla çatışmakta görüyor. Ve bilimin bu yabancılaşmayı pekiştirdiğini vurgularken de onun egemenliğinden arınmanın kaçınılmaz olduğunu öfkeyle ifade eder. Heidegger, “Biz düşünmeyi ancak, düşünmenin günümüze kadar oluşmuş olan varlığını temelden unutmamız şartıyla öğrenebiliriz”11 derken Stirner’in düşüncesizlik düşüncesinden pek farklı bir şey demiyordu. Bu düşünme bilim ve bilim insanının düşünüş tarzından farklıdır. Bilim düşünmez, der Heidegger. Ancak düşünmeyen bu bilim, Stirner’in düşüncesizlik teriminden tamamen farklıdır. Bilim insanı sürekli keşfetmek durumundadır, keşfetmeye zorunludur, aksi takdirde bilim duraklar ve “yanlış” bir yol izler. Heidegger düşünmek nedir sorusunu insanın yüzmeği nasıl öğrenebileceğiyle karşılaştırır; “Örneğin, yüzmenin ne 'demek' olduğunu, asla yüzmek üzerine yazılmış bir makale ile öğrenemeyiz. Yüzmenin ne demek olduğunu, bize ancak nehire atlamak söyleyebilir.”12 Düşünmek nehire bir atlayıştır. Wittgenstein’ın “dünyanın nasıl olduğu değildir gizemli olan; olduğudur” tümcesi bu bağlamda daha rahat anlaşılmaktadır. Evreni yorumlayarak yaşayan insan, her yorumun sadece bir yorum olduğunu da bilmelidir. Heidegger’in bilime karşı beslediği tepki bir bakıma da buradan kaynaklanıyor. Bilim, evreni keşfederken ve yorumlarken yeni bir Tanrı olarak insanlığın karşısına çıkıyordu. Bilim, evreni kuşatmakla bir yöntem olmaktan çıktı. Stirner, kavramların ve sözcüklerin Biricik'i adlandıramadığını ifade ederken, dilin insan üzerindeki en büyük egemenlik olduğunu vurguluyordu.

Adlandırılamayan Biricik'in soğuk kahkahalarında bir hüzün gizliydi, bir varoluş melankolisi; Mauthner bunu sezmiş olmalı. Ama Stirner metafiziksel ya da gizemsel bir düş denizine atlayacak bir protagonist değildi. Bu “işlev” Nietzsche'ye düşecekti. Stirner’in, sözü sonuna dek düşündüğü yerde Nietzsche okyanusa dalacaktı. Stirner’in bıraktığı yerde Nietzsche başlayacaktı. Düşünmek bir atlayış ve bir sıçrayıştı. Bir sözcüğü sonuna dek düşünmek o sözcüğün yok edilmesine dek düşünmektir Stirner’e göre. Meselesini Hiç'e bırakan Stirner’in Hiç’i içinde Nietzsche yüzecekti. Dünya bir resimdir, bu resmi sözcüklerle ifade etmek Stirner için yetersizdir. Her sözcük bir önyargıdır! Dil önyargıların toplamıdır. Ya da tüm önyargıların başyargıcıdır. Dili konuşanlar nedir peki?

Nietzsche bu önyargıyı kıracak ve dili, anadilini, Almancayı barbarlıktan kurtaracak ve onunla oynama sanatını kuracaktı. Bu, Nietzsche’nin okyanusa atlayışıdır, dolayısıyla kendisini bir “dinamit” olarak betimlemesi hiç de onun bir özelliği değildi. Dinamit şiirden ve koşuktan yoksundur. Dinamit daha önce sesini duyurmuştu, Nietzsche bu sesin ışığında dil ötesi düşünmenin eserini yaratacaktı. Buydu dinamitin sesi. Ancak Nietzesche’nin şiirsel, aforistik dili bastırmıştı bu sesi. Dolayısıyla Tanrı’nın öldüğü haberini düşünmesini bilmeyen yığınlar ondan alacaklardı.

Stirner, Aydınlanmacılara şöyle sesleniyordu: “Atesitlerimiz dindar insanlardır” ve sadece “Tanrı’yı öldürdüler” yani “dışımızdaki öte dünyayı” ama “içimizdeki öte dünyayı” yok edemediler. Dışımızdaki öte dünya: Monoteizmin varsaydığı hayalet. İçimizdeki öte dünya; daha sonra Freud’te Üstben adını alacak olan içselleştirdiklerimiz tanrılar. Üstben dinsel ya da dinsel olmayan etiğin toplamıdır. Tanrı'yı öldüren ateistler, onun yerine vicdanı yerleştirdiler. Aydınlanmacılar, tüm idealist ve materyalist kuramlar sadece dışımızdaki öte dünyayı yadsımışlardı ama hiç gecikmeden onu içimize yerleştirdiler; içimizde bir öte dünya yarattılar.

Stirner, sadece Tanrı'yı değil, tüm Tanrıları yok etmişti; hiyerarşik düşünce dağarcığının çöktüğü şu tümce hiç kimsenin Tanrıları katleden Biricik'in üstesinden gelemeyeceğini tutarlılıkla ifade ediyor: “Hiçbir şey benden üstün değildir!”13 Empirik Ben’le arı Ben’in çakıştığı yaratıcı Hiç’in sesidir bu. Düşüncesizlikle düşünce dolusu dünyanın seviştikleri andır bu. Tüm ağırlığıyla Hiç'e dayanan Biricik'in ateşli bilinci Hiç'i tekrar tekrar harekete geçirdiği an.

Dipnotlar
1 Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, S. 400. Norgunk, s. 324.
2 Fritz Mauthner: Wörterbuch der Philosophie, 2. Band, Diogenes Verlag 1980, S. 373.
3 Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, S. 5. / Norgunk, s. 9.
4 Burada şunu da söylemek gerekir ki, Engels, Stirner’e küfür etmek için anarşist terimini kullanmıştır. Ve aynı zamanda böylece Stirner ilk kez anarşist/anarşizm terimleriyle bağlantılı görünmüştür. Daha sonra anarşist olmayan anarşizm tarihçileri - Zenker, Eltzbacher ve Zoccoli - bu terimi pekiştirmişlerdir. Bence Stirner’in anarşist olup olmadığını anlamak için önce anarşizmi açıklamak gerekiyor. Bu da ancak başka bir çalışmada mümkün olabilir.
5 F. Mauthner: Die Sprache, Rütten und Loening, 1905, S. 83.
6 F. Mauthner: Die Sprache, Rütten und Loening, 1905, S. 84.
7 Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, S. 412ç / Norgunk s. 334.
8 Max Stirner: Parerga, Kritiken, Repliken. LSR Verlag, 1986, S. 149.
9 Max Stirner: Parerga, Kritiken, Repliken. LSR Verlag, 1986, S. 152
10 Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, S 46. / Norgunk s. 43.
11 Martin Heidegger: Was heißt Denken? Reclam 1992, S. 9.
12 Martin Heidegger: Was heißt Denken? Reclam 1992, S 15. / Paradigma, s. 15.
13 Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981, S. 5.