|
Kara
Toprak H. İbrahim Türkdoğan Âşık Veysel’in ibadeti
sazıdır.
Sazından alır Varlıktaki Hiçlik duygusunu. Sadece insana
özgü olan sosyolojik
ve dinsel her şeyin geçici ve fani olduğunu duygu ve
sezgileriyle dışa
yansıtabilen bu insan, zifiri karanlıkta ışığı görebilendir.
Kara Toprak bütün
fantasmalara elveda diyebilen Anadolulu bir insanın dünyaya
açılan derin
felsefesidir. Bunu kısa ve öz olarak açıklamaya
çalışacağım, bunu yaparken de
varoluşçu felsefeden yararlanacağım. Evrende hiç bir şey güvenli
değildir, tekin değildir, hiçbir şey
“evim/yurdum” duygusunu vermiyor, şu
koskocaman evren ‘evim’ duygusunu verebiliyor mu?
Bu duygunun olmadığı yerde
Hiçlikten söz ederiz. Hiçlik duygusuna
teselli olabilen nedir? Doğduğum yer mi?
Sevdiğim bir insan mı? Aşk mı? Bir kariyer mi? Para mı? Tüm
bunlar ve niceleri
Hiçlik duygusuna teselli olabilecek sadık yârim
olabilir mi? Hepsi geçicidir!
İşte bu duygu Hiç duygusunu iyice kabartır; Hiç,
bu durumda yüzümüze çarpan bir
sille gibi ruhumuzu alt üst eder. Devam edelim: Varlık neden var?
Varlık, Yokluk olmadan olabilir miydi? Yokluğun varlığından nasıl
söz
edebiliriz? Yokluk olmadan, ‘Varlık neden var?’
sorusunu sorabilir miydik? Yoklukta Varlığı görmek insanda
sıkıntı ve derin bir korku yaratır, bu korkuda insan Varlığın
önemini kavrar.
Hiçlik duygusu zifiri karanlık gibidir, aynı zamanda
tünelin sonunda ışığı
görmektir. Neticede kendisini Yoklukta görenin
içi Varlıkla dolup taşar. Bu
taşmadır ki, derin bir sıkıntı ve kaygıya yol açar. Başka bir ifadeyle: İçimiz
dışımız önce Varlık ile dolar. Bu taşkınlığın ardından
Hiçliği duyumsarız.
Yani: Taşkınlık bize yapay kimliklerden arınmamıza ışık tutar;
işte o an
düşüncelerimizde her şeyi yok ettiğimiz zaman geriye
bir boşluk, Hiçlik kalır;
bu Hiçlik yalın Varlıktır, asıl Varlıktır. Her şeyden
arınmış bir Varlık. Bu
anlayışa varmış kişi bilge ve ermiş kişidir. Tam anlamıyla: Bu durumda
kişi
Varlık karşısında kendisini bir Hiç olarak
görür. Varlık Hiçlikten gelen bir
bilinmeyendir. Hiçlik duygusuna çeşitli
sıfatlar
katan dinsel mistikçiler bu duyguyu farkında olmadan
bozarlar. Hıristiyan Üstat
Eckhart Hiç duygusuna İsa’yı katmakla bu duyguyu
köreltir; Celalettin Rumi, bu
duyguya Tanrıyı katmakla bu duyguyu zayıflatır, yarı yolda kalır, hatta
yolun
yarısına bile ulaşamaz. Tanrı adı ya da sıfatı ve içeriği
her ne olursa olsun
neticede bir resimdir, oysa Hiç, resimlenemez
–tıpkı Varlık gibi.
Resimlenemeyen Hiç, dinsel mistikçilerin,
örneğin tasavvufçuların kullandıkları
katı yöntemlerle sabitleşir, böylece tünelin
sonundaki ışığı göremez olurlar.
Tekrarlanan ibadetleri bundandır. Yani yerinde sayarlar. Ayrıca dinsel
kişilerin ibadetleri kolektif olduklarından Tek’in duyduğu
Hiç’i yansıtamadıkları
gibi, bastırırlar. Bu tamamen kişilik dağılmasından kaynaklanan ve
dincileşmeye
yol açan varoluşsal çaresizliktir. Tanrıya ermek
adına kendi Benliğine teslim
olacaklarına Tanrıya teslim olarak kişilik bozukluğunda bunalırlar.
Ebedi bir
tünelde ikamet ederler. Rumi’nin başarısı dans edebilmiş
olmasıdır, bu onun kendine özgü ibadetidir. Ancak
Benliğini Tanrıya teslim
edişinden dolayı Kendi olamamıştır. Oysa hakikat bireyin kendindedir.
Dansında Tanrıyı arar kalmıştır netice itibarıyla. Onu
kopyalayan
kolektifler ve diğer tasavvufçular ise Varlık ve
Hiçlik duygusunu bilmeyen ya
sıradan ya da kişilik bozukluğunda tıkanan dinsel insanlardır;
sezgilerini,
duyularını, ruhlarını yitirmiş olanlardır. Bu nedenle biricikleşemeyip,
durmadan kolektif coşku, kolektif beyin, kolektif duyu ve kolektif ruh
arayan
ama asla bulamamış ve bulamayacak olan tekkecilerdir.
Bütün tek Tanrıcı
kolektif ibadetler Varlık duygusunun yansıttığı
Hiç’i ya sosyolojikleştirir ya
da dinselleştirir. Tekkecilik buna en açık
örnektir. Ancak biricikleşebilen,
kendi tekliğinde bu duyguyu yaşarsa, kendine özgü
ibadetlerini yaratacak ve
neticede ermiş ve bilge olabilecektir. Kara Toprak, Varlığı
fantasmalardan kurtaran, onu geldiği yere yani
Hiç’e geri yollayan bir (yalın)
Varlık felsefesidir. Bu duygu ölüm ile
ilişkilendirildiğinde kişiyi daima ölüm bilincinde
yaşatarak dünyevi
varolanlara bağımlı kılmaz. Varolanların geçici ve fani
olduklarına idrak etme
bilinci kişiye var olan her şeyle ilişkisinde
özgürlüğü öğretir: Ne
onlara
sabitlenmeyi ne de onları değersizleştirmeyi. Hiçbir nesne,
hiçbir özne, hiçbir
din, hiçbir ideoloji beni ölüm karşısında
avutamaz. Ben doğduğum andan itibaren
ölümü taşımaktayım, tüm dinlerden
ve sosyolojik değerlerden bağımsız olarak. Sonuç: Hiçbir şey
Hiçliğimize
teselli olabilecek sadık bir yâr olamayacağına göre,
herhangi bir şeye
sabitlenmek ve kendimizi herhangi bir şeye indirgemek gerekmez. Ama
hiçbir şeyi
aşağılamak da gerekmez. Ölüm bilinci Varlık ve Yokluk
arasında bize bunu daima
anımsatan bir köprüdür. |
|||
|