Fritz Mauthner

Dil Eleştirmeni Olarak Max Stirner

Almanca aslından çeviren: H. İbrahim Türkdoğan

Image6.gif

Stirner 

İncil'in ve teolojinin eleştirmenleri Strauss, Feuerbach ve Bauer'den âhlâk eleştirmeni Nietzsche'ye giden yolların hiçbiri düz değildir. Bir dolambaçlı yol “egoist” Max Stirner'e götürür. Tabii ki, onun kendine düşkün bir yaşam tarzı olduğundan dolayı onu suçlamak istemek ya da – ki bu da yanlış olurdu – güya egoizmi vaaz ettiğinden dolayı ona egoist demiyorum; çünkü bizzat onun neredeyse biricik eseri “Biricik ve Mülkiyeti”nin özünü ifade etmenin en kolay yolu bu olduğunu düşünüyorum. Stirner ne kadar özlemle gerçekler dünyasında ve düşünce dünyasında, inceleyerek, etrafına bakınsa da Ben'den başka bir şey bulamıyor. “Meselemi Kendime, şu Biricik’e bırakırsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi tüketen geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesi olur ve diyebilirim ki: Ben meselemi Hiç’e bıraktım.” Ve bu Ben, bu Hiç Tanrı ile, en azından Hegel'in Tanrısıyla eş anlamlıdır.

Günümüzde bile kimileri, kitabından dolayı anarşist Stirner'in çılgın ya da şeytanın bizzat kendisi olduğunu düşünürler; ve anarşist olduğu için bugün hâlâ, onun adına yine yeni bir insanlık çağı başlatmak isteyen farklı inançlı insanlar var. (Dostum Gustav Landauer büyük bir Stirner hayranıydı ve gençken birden fazla makalesini “Caspar Schmidt” imzasıyla yayımladı.) Stiner ne şeytandı ne de çılgın; daha çok hiçbir güce ve hiçbir sözcüğe aldanmayan sessiz, asil bir insandı, öylesine biricikti ki, dünyaya sığmayacak ve sonuç olarak açlıktan ölecek kadar; o sadece iç dünyasında bir başkaldırandı, politik bir önder değildi, çünkü onu insanlarla birleştirecek ortak bir dil bile yoktu. Bu olağanüstü adamın yaşamı üzerine bir şey bilinmiyordu, ölümünden kırk yıl sonra da hiçbir şey bilinmiyordu ta ki John Herny Mackay büyük bir gayretle bulunabilecek tüm haberleri bir biyografiye dönüştürene dek. Orada en azından gerçek adının Johann Caspar Schmidt (Stirner adı Özgürler Kulübü'nün ona verdiği bir lakaptı) olduğu, 1806'da doğduğu ve 1856'da öldüğü gibi notlardan daha fazlası bulunabilmektedir. Çok yönlü bilgisini elbette kendisine borçluydu. Berlin Üniversitesi'nde en ünlü profesörlerden bazıları öğretmenleriydi: [Carl ve Heinrich] Ritter, Böckh, Neander ve Marheineke, Lachmann, Michelet, Schleiermacher ve bizzat Hegel. En çalışkan ve en zeki öğrencilerden biriydi, bu nedenle devlet sınavı [Staatsexamen] bir öğretmenin onuru için pek elverişli değildi. Doktora ve akademik kariyer ona çekici gelmedi. Öğretmenlikle ekmek parasını kazandı. Yazarlığa yukarıda sözünü ettiğim “Özgürler Kulübü” çevresinde başladı. Friedrichstrasse'deki bir şarap barında düzenli bir şekilde bir araya gelen gazeteciler, yazarlar ve muhtemelen cesur subaylardan, Mart öncesi özgür düşünenler ve serbest yazarlardan, özgür tüccarlar ve özgür devletlilerden [19. yy'da Almanya'da oluşan Özgür Devlet] oluşan serbest bir topluluktu.

Bruno Bauer bu tüzüksüz topluluğun düşünsel başı olarak görülebilir; Stirner henüz 1842'de ilk makalelerini yayımladığında Bauer, Strauss gibi özenli bir araştırmacı değildi ama çok daha hırslı bir şekilde “İsa'nın Yaşamı” [Strauss'un kitabı] adlı İncil eleştirisine üstün gelen eleştirisinden dolayı Bonn'daki profesörlüğünü kaybetmişti; Yeni Ahit'in neredeyse tamamını Roma İmparatorluğu döneminden kalma bir sahtelik olarak göstermeye çalıştı. Daha önce gördüğümüz gibi bu “eleştirmenler”, Bruno ve Edgar Bauer, teoloji ve Alman Aydınlanması konusunda kazanımlar sağladılar. Feuerbach ile birlikte anti-Hıristiyan Hegelciliğin en uç kanadına rehberlik eden işte bu Bruno Bauer'e karşı Prusya Eğitim Bakanı tarafından alevlendirilen, teoloji profesörlerince stratejik olarak yönlendirilen bir kavga oluşmuştu; Bauer, mutsuz olan herkes tarafından dinsel ve siyasal özgürlüğün kahramanı olarak ünlenen bir şöhrete sahipti; ancak bu şöhreti onun başarılarından daha çok karakteri haketmişti; özgür düşünceli Bauer'e karşı yazılan dönemin (1842) en iyi metni ama gariptir ki bir katı inançlı tarafından yayımlanmadı, bizzat Hegel'in ilk karşıtı O. F. Gruppe tarafından yazıldı, hatta bu metin Bauer ve Feuerbach'a karşı olmaktan daha çok bizzat Hegel'e karşıydı; yine de bu metin, “Bruno Bauer und die akademische Lehrfreiheit” (Bruno Bauer ve Akademik Öğretim Özgürlüğü) Mart öncesindeki gerici akımın işine yaradı.

Biricik ve Mülkiyeti” Kasım 1844'te yayımlandı, tamamen Genç Hegelci harekete bağlı, birçok yerde bir rastlantı gibi yine Feuerbach ve Bruno Bauer'e (temelde yıkıcı, ama görünüşte neredeyse dans eden ve oynak bir zarafet ile) karşı yöneltilmiş ama temel düşünceleri itibarıyla o kadar zamansız ki ve o kadar zamana karşı ki çağdaşları kitapla ne yapacaklarını bilemediler. Stirner'in değerli öğrencisi Mackay, Stirner'in eserinin büyük bir etki ve hatta sansasyon yarattığını iddia etmekle kendini kandırmaktadır; yetkililer kitaba hemen el koydular, ancak tehlikeli olamayacak kadar “absürt olduğu” gerekçesiyle birkaç gün sonra yasak kaldırıldı; bu, yaklaşık olarak, kitaba işaret eden birkaç yazarın da görüşüydü. Boşa çıkan bir hamle. Yazar, yalnızca Hippel'in şarap barında [Özgürler Kulübü'nde] ünlendi. Sonra sessizlik, kaybolmuşluk. Diri diri gömülmenin korkunç yazgısını hiçbir önemli kafa hiçbir zaman Stirner kadar bu denli bir neşeyle taşımadı. Stirner, gülerek boğuldu.

Mackay'dan önce ölü Stirner'i ilk dirilten Eduard von Hartmann değildi, özenli J. E. Erdmann da değildi, bizzat F. A. Lange idi. “Materyalizmin Tarihi” adlı çalışmasında, “Biricik”in yayımlanmasından 20 yıl sonra Lange, kitabı kötü şöhretli bir eser olarak adlandırır ama o döneme özgü ortamın materyalizminden açıkça ayırır.

Bu kadar aşağılayıcı ve dolayısıyla baştan çıkarıcı, bu kadar şaşırtıcı ve çoğu kez büyüleyici, kişisel olarak bu kadar güçlü bir kitabın doğrudan etkisizliği Mart öncesi toplum ile Ansiklopediciler dönemindeki Fransız toplumu arasındaki farkı kısaca anımsarsak, belki açıklanabilir. Bir tarafta amaçlarının farkında olan özgür düşünürlerce fethedilen en soylu Bay ve Bayanların kaleleri ve Paris'in salonları; diğer tarafta ise Berlin'de bir bar; dar kafalıların inadına yüksek sesle eğlenen ve çoğunlukla gürültü yapan, dar kafalılıktan kendileri de payını almış, raydan çıkmış yazarlar. Ruge ve Herwegh gibi tanınmış kişiler barda olup bitenler kaşısından dehşete düşmüşlerdi; ve sempozyumun kralı Bruno Bauer, Stirner'e çok kızmıştı kendisini aşmış olmasından dolayı.

Stirner'in kitabı Stirner'in fikirlerinin tanıtımını yapamadı, çünkü en yakın çevresi için anlaşılmaz bir kitaptı ve anlaşılmaz kalmak zorundaydı. Bu çevre – dürüst olmak gerekirse – Fransa'dan (ve İngiltere'den) gelen birkaç parolanın coşkusuna kapıldı: siyasi özgürlük ya da cumhuriyet, ekonomik özgürlük ya da komünizm, dinsel özgürlük ya da (çok temkinli) ateizm; ifade biçimi genellikle yöneticilere karşı güçsüz bir öfke: prenslere, kapitalistlere ve hiyerarşiye karşı. Ta ki 1848'in küçük devrimi az da olsa öfkeye yer açana dek. Ve tam da bu dönemde henüz tanınmayan bir öğretmen olan Johann Caspar Schmidt, üç tür liberalizme kahkahalar içinde cesaretle gülmeye başlar: kendi devletlerine bağlanmak isteyen cumhuriyetçilere, burjuva paçavrası olmak isteyen proletaryaya, her şeyden önce ama dinsel özgür düşünceciliğin putuna; eski Tanrı'yı insanın bir yaratığı yapan ama tahttan indirilen Tanrı'nın yerine derhal ​​yeni bir ilâhı, gerçeklikler dünyasında olmayan yeni bir hâyâleti, insanı getiren Feuerbach'a. Feuerbach'ın antropolojisinde soyut “İnsan”ın oynadığı rol üzerine düşünmek gerekir; aslında, Stirner'in, Biricik öğretisiyle hangi dehşeti uyandırmak zorunda kaldığını anlamak için de Bruno Bauer'in İncillerin doğuşunu yığınların geleneğine nasıl bağladığı üzerine (Evanjelistlerin bireysel faaliyetleri unutulmadığı halde) düşünmek gerekir. Bu noktada bir patlama gibi güçlü, başarılı bir dil eleştirisi icra etti Stirner. O, egoizm adı verilen kendine düşkünlüğü hiçbir bağlamda öğretmedi; kategorik emiri bizzat yadsıdı. Genel kavramların herhangi bir anlamını, Orta Çağ'ın herhangi bir nominalistinden çok daha güçlü bir şekilde yadsıdı, yalnızca bireylere (dilsel olarak sadece biricik Ben için görkemli) gerçeklik tanıdı; devlet, toplum, hukuk, gelenek ve ayrıca din gibi kavramları sap biçer gibi geniş kapsamlı bir tırpanın bıçağı ile biçti. Hiç kimsenin kendi gölgesinin üzerinden atlamak gibi bir yükümlülüğü yok (bu arada, hiçbir yükümlülük yok). Sadece bir aptal, Stirner'i, bir şeyi çok yakından gördüğü ve diğerini fark etmediği için suçlayabilir: Biricik ve diğer Birlikte-Biricikler arasındaki gerçek, bilinçaltındaki, çoğu zaman miras kalan faydalı bağlantıyı. Şüphesiz Stirner bir peygamber ya da bir sanatçı gibi bir ilhama, özgür bir görüşe duyulan özleme düşkün ve önüne çıkan geleneğin tüm duvarlarını yıkmak isteyen bir monomandı; ve kendi Ben'inden başka bir yolu olmadığı için kafasıyla duvarları yıktı. Nietzsche'nin daha sonraki deliliğine gönderme yaparak onu türümüz adına zararsız hale getirmek isteyen aynı budalalar, Stirner hakkında da gülümseyip fısıldayabilirler: “Annesi delirmişti.”

Stirner'in ölü putları devirir gibi yıktığı kavramlar arasında dinsel kavramlar olduğunu da özenle söyledim. Stirner o kadar özgürdü ki dinle savaşmayı yaşamsal bir görev olarak görmüyordu. Kendine farkında olmadan daha zor bir görev vermişti, kendini sadece kendini, insanlık onun umurunda değildi eski öğretmeni Hegel'in zulmünden, düşüncenin hayaletinden kurtarmak. Hegel'in soğuk ve keskin diyalektiğine tamamen sahip olarak Hegel'i imhâ etti. Descartes gibi o da yeni bir felsefe başlattı ve onu aynı formüle dayandırdı. Benim Ben'im bildiğim tek kesin olandır, Descartes korkuyla düalizme geri döndü, Stirner ama benzeri olmayan bir iç cesaretle itiraf etti: kendi Ben'inden başka hiçbir şey bilmemektedir. “Cogito ergo sum” formülünde üzerine gülmek zorunda kaldığı iki hâyâlet gördü: Düşünme ve Varlık. Latince kullanımına göre Descartes'ın formülünde ifade edilmesine bile gerek olmayan şu sıradan Ego sözcükcüğünden gına gelmişti ona. Ben'i dışında hâlâ bir şeyler var eden kişi henüz özgür değildir. Komünist, bir hâyâlet tarafından etkilenmesine izin verdiği için özgür değildir: toplum. Cumhuriyetçi, devletin hayaletine inandığı için özgür değildir. Feuerbach ve Bruno Bauer özgür değiller; her ikisinin sahte düşünceleri de [Scheingedanken] Hegel'in sözcük fabrikasında yoğrulmuştur; Feuerbach, yaşamayan ve bireyin yanında ya da üstünde yaşayamayan İnsana saygıyla bakar. Bauer, her yerde özbilinçten yola çıkıyor ve kimse bu özbilinç taşıyıcısının kim olduğunu asla öğrenemedi. Stirner'de Tanrı özellikle saldırıya uğrama ya da küfür edilme onuruna sahip değildir artık; öteki hayaletimsi kavramlarla birlikte hurda yığınına fırlatılır sadece. Stirner, Tanrı'ya, tadını çıkararak gülebilen ilk ateisttir. “Hiçbir şey Benden üstün değildir.” Bunu büyük egoistlerden biri olan Tanrı'dan öğrendi. Tanrı'nın varlığı sadece kafalarda bulunan tinin sabit fikirlerinden biridir. Tinin dünyası, kutsalın dünyası şimdilerde mutlak düşünce olarak adlandırılıyor. Bu hayalet de, ancak ona el konulduğunda yok edilir. “Hazmet kutsal ekmeği ve kurtul!” Ne var ki en yeni çağ, Tanrı-İnsan'dan kurtulamadı; onu bu dünya doktrinine, kilise ve devlet, sevgi ve hukuktan oluşan hayalet doktrinine dahil etti. Biricik, tüm bunları ardında bırakır ya da kendi hazzı için tüketmeyi seçer. Her şeyin ölçütü İnsan değil, Biriciktir. Kendinden üstün gerçekleri tanımıyor. “Benim olan, hakikidir; Bana malik olan hakiki-olmayandır.” Bu son düşünce oyunu unutulmamalı. Stirner, dünyanın onun mülkiyeti olduğunu söylemek istemiyor; sadece: Biricik'in mülkiyeti olamayan, var olamaz. Devlet, toplum, Tanrı, günah, çoğunluk, bunlar yok. Hayalet budur. İnsanlık ya da İnsan yok. Stirner bununla, Feuerbach'ın ateist insanlık-dininin çok ötesine geçiyor, tıpkı tüm metafizik kavramları içeren hayalet öğretisiyle tüm Genç Hegelcilerin tek yanlılığını aştığı gibi. Dahası, materyalist sınırlamalardan muaftır o; ona göre töz ya da madde de bir Tanrı, bir hayalettir. Ve muhtemelen görünürde ait olduğu grubun aktiv çalışmalarından da daha özgür; komünizm, cumhuriyet, her türlü özgürlükler ona göre yine sadece birer hayalettir. Sadece kendi özgürlüğünü istiyor o. Devrim istemiyor, istediği şey sadece başkaldırıdır. (Stirner'in bu noktada sansürcüyle dalga geçişini eğlencenin büyük bir üslubu olarak anıyorum; “başkaldırı” sözcüğünü, ceza hukukunca tabu sayılan sınırlı anlamında değil, etimolojik anlamında anladığını söylüyor.1)

Dediğim gibi, Stirner'in eseri Feuerbach'ın görkemli bir parodik eleştirisi olarak algılanabilir. Her kim tin, kutsallık, eşitlik, özgürlük gibi kavramlardan ve herhangi bir “düşünce”den etkileniyorsa, dindardır. “Ateistlerimiz (Feuerbach'ın öğrencileri) dindar insanlardır.” Şu hüman dindarlığa karşı alay ederken ve tam özgür İnsan-değil'i (Üstinsanı) yüceltirken cesur davranmaktan kesinlikle kaçınmıyor Stirner. Sand tarafından Kotzebue'nun öldürülmesi “bireyin gerçekleştirdiği bir cezalandırma eylemidir, kendi yaşamını tehlikeye atmakla gerçekleştirilmiş bir – infazdır”. Her kim suçlunun (Bettina'nın bir sözüne göre) bizzat devletin kendi suçu olduğunu kabul etmiyorsa ve her kim herhangi bir şekilde hâlâ dindar ise, ister Kilise dindarı ister Feuerbachçı dindar olsun, hâyâletimsi bir dünyada yaşıyordur, bir kaçıktır o.

Stirner'in, Hegel'in terminolojisinde (ya da daha ihtiyatlı demek gerekirse, bir deli maskesinde) yarı gizli tuttuğu ateizm onun “Biricik”inin bir sonucuydu. Yine aynı Hegelci dilde 1842'de “Sanat ve Din” üzerine biraz daha serinkanlı bir makale yayımladı. Bu çalışmasında üstad [Hegel], sanatı dinden önce işlediği için övülür; “Bu pozisyon ona lâyıktır, hatta tarihsel bakış açısından bile ona lâyıktır”. Stirner'in ifade tarzını, düşüncelerinin alaylı gülen ateizmini bizler için ortaya çıkarmak için Hegel'den arındırmak istiyorum; gerçi bu küçük çapta bir sahtelik olur, çünkü Stirner, zamanının felsefi dili aracılığıyla rahatsız edilmekten korunmaya çalışıyor. Sanatçı, insanın karşısına bir ideal koymakla bölünme yaratır; din, bu idealin aç gözlerle emilmesidir. Sanatçı bize dini vermiştir. Dinin başlangıcı ve sonu felsefe değil, sanattır. Tanrı'yı da sanat ​​yarattı. Eğer sanat isterse, Tanrısının elinden öteki dünyayı alarak onu yok eder. Us her zaman sadece kendisiyle ilgilenir. Bu nedenle filozof için Tanrı (bir sanat nesnesi olarak) bir taş kadar önemsizdir; o, en kararlı ateisttir.

Modası geçmiş, Ekselans olmak için doğmuş profesör Kuno Fischer gibi bir adamın, tıpkı Schopenhauer ve nihayet Nietzsche'ye (Nietzsche ile Stirner arasındaki ilişkiye başka zaman değineceğim) karşı da kendini rezil edeceği gibi, Stirner'e karşı rezil olması, Stirner'in önemini gösterir. Ölüyü yaşayandan nasıl ayırt edeceğini asla bilemeyen Fischer, 1848'de çoğunlukla Stirner'e karşı yöneltilen “Modern Sofistler” adlı bir makale yayımladı. Muhtemelen Stirner'in kendisinden gelen bir yanıt Majesteleri uğruna bugün hâlâ okunmaya değer. Profesöre dair sadece esneklik (değişkenlik) övülmektedir. Fischer Stirner'i, “tüm dünyayı sarsan düşüncelerin kararlı Hiç'inden dolayı azarlar; Stirner ise suçlamayı büyük bir jestle övgü olarak kabul eder. “Ahlâki dünya”nızı memnuniyetle size bırakıyorum; o her zaman sadece kâğıt üzerindedir, toplumun sonsuz yalanıdır ve her zaman güçlü iradeli bireylerin zengin çeşitliliği ve uyumsuzluğu tarafından paramparça edilir.” Stirner, son derece keskin bir şekilde, sanki egoizmi öğretmiş gibi, sanki herhangi bir kategorik emirden söz etmiş gibi “komik yanlış anlamaya” karşı çıkıyor. “Ahlâksal lanetle kuşatılmış, insansal topluluk tarafından “insan-değil” olarak adlandırılmış ve tiksinti afektiyle dışlanmış bir “insan-değil”, gerçek bir insandır ve gerçek bir insan olarak kalacaktır. Stirner, hümanizm ifadesine (Feuerbach'da) yalnızca egoizm ifadesiyle karşılık verir. Tanrı hakkında daha fazla söz edilmiyor.

Stirner'in, sözlerini nasıl savurduğunu göstermek için bu tür tümcelerinden bilinçli olarak bazı örnekler verdim. Sessiz insanların bu volkan ruhundan hoşlanmadıklarını çok iyi anlayabiliyorum; ama özgür birinin eşi görülmemiş alev gösterisi karşısında nasıl hareketsiz kalabileceğini anlayamıyorum. Stirner, sınırlı bir alanda en acımasız dil eleştirmeniydi. Bu noktaya Feuerbach da ulaşmalıydı, çünkü Feuerbach dine tarihsel olarak bakıyordu ve dil eleştirisi, önyargısız bir dil tarihinden başka bir şey değildir. Ne var ki Hegel'in kavramlarının kendi kendine hareketi, yani dilin yanlış metafizik tarihi henüz çok güçlüydü; Feuerbach, Kilisenin Tanrısından kurtulduysa da kendini ve dünyayı Hegel'in kavramlarıyla hareket ettiren Tanrı'dan kurtulamadı. Ve Stirner, en azından dinsel dil konusunda nihai ve olağanüstü eleştiriyi uygulayan kişi olabilirdi, ve bize yapacak hiçbir şey bırakmamış olurdu, eğer Kant sonrası metafiziğin zehiri ona da bulaşmamış olsaydı; neticede o da Biricik'te, Ben'de mutlak bir şey gördüğü şüphesini uyandırıyor. Stirner, Fichte'nin Ben'iyle yakınlığına kesin bir şekilde karşı çıkmıştır: Fichte mutlak Ben'den söz eder, der, o ise geçici Ben'den. Ancak Biricik'in sofist mi yoksa bizzat - İnsan mı demek olduğu hiçbir dilde ifade edilemiyor; Herşeyi ezip geçen (Alleszermalmer) Stirner ile ilgili tüm yanlış anlamalar işte buradan kaynaklanıyor. Bu ise Stirner'den kaynaklanmıyor, bizzat dilden kaynaklanıyor.

Image6.gif

Dipnotlar

1 “Hakkımda bir dava açılmasına karşı Kendimi güvenceye almak için, Empörung [başkaldırı] sözcüğünü etimolojik anlamı nedeniyle seçtiğimi, ceza yasasına göre tabu olan anlamda kullanmadığımı özenle belirtirim.” Max Stirner / BvM, Norgunk, 2017, s. 287. (Ç.N.)

Image6.gif

Kaynak:

Fritz Mauthner / Der Atheismus und seine Geschichte im Abendlande (Ateizm ve Batı'daki Tarihi), 4. Cilt, s. 189 – 196, Alibri Verlag, Aschaffenburg 2011.

Image6.gif


yukarı
Ana Sayfa