|
UÇURUM H. İbrahim Türkdoğan
Yazılı ve
sözlü ifade ettiğim her düşüncem daha iç dünyamda kaosun sisli ve bulanık
resminde adlanırken, ben'den uzaklaşmaktadır. Kendimle yaşadığım bu içsel
deprem, kendimi sözlerimden soğutmaktadır ve sözlerim kendimden ayrı bir
karakter yaratmaktadır. Sözlerimin, kendimin gölgeleri bile olamadığını görüp
dehşete düşme zahmetinde bile bulunmuyorum. Sen (bir varsaydığımsın), hüzünlü gülümseyen gözlerimin yansımasına
tanık da olsan ve tenime dokunabilsen de, sen ben'den olmayan ve ben-olmayan
sözlerimi düşünülen ve duyumsanan şekliyle duyamayacağın gibi, beni, şu kendimi
asla duyumsayamayacaksın. Ve ben de seni! Aramızdaki uçurum uçsuz bucaksız
olduğu için, üzerine kurabileceğimiz her köprü aptalca bir yanılgıdan öteye
gidemeyecektir. Sözü
kucaklayacak enerji beslemiyorum,
yalnızca bir an önce beni terk etmesi için gölgelerin arasında
koşuşturup bitap düşene dek sarf ediyorum onu. Bulanık sularda çıkış arayan bir
kör hayvanın eninde sonunda dibe batacağı kaçınılmazdır. Aklın bir doğal sonu
vardır, eğer daha önce düşünce saplantılarına kurban gitmediyse. Sarıldığın her
düşünce yalnızca bu uçurumu görmemek için zorunlu olarak kafanda
hortlaklandırdığın bir esarettir. Söz,
düşünceleşmeden önceki bulanıklığında alevlenip binbir kıvrımlarıyla yandıktan
sonra sönen bir kül kütlesi olarak sana sunulandır. Aklımın hortlaklardan
arınması ve bir sade kararı nedeniyle uçuruma kendimi bırakışım, acımasız
yalnızlık olgusunun dayandığı bu kökeni taşıyamaz oluşumdandır ve biliyorum ki,
sen de bu olgunun vahim ağırlığını sırtından atmak için bu uçuruma salacaksın
kendini. Ben, öteki
Ben'lerin yanında bir Ben değilim, ben Biricik'im. Yalnızca öteki Ben'lerin
Biricikliğini duyumsadığımda ve bu Biriciklik benim Biricikliğimle
kaynaştığında, Senli/Benli olabilmekteyim. İşte bir kırılma, bir solipsizm
kırılması yaşayacağımız ve benliklerimizi duyumsayacağımız an. Bu hariç,
kuracağımız tüm düşünce örgüleri, tüm düşünce sistemleri seni ve beni bu
uçurumu görmemek için ustaca kurgulanan ve inşa edilen kurnaz düşünce
tuzaklarımızdır. Bu durumda hep Sen'sizim ve hep Ben'imleyim. Her rüyanın
ardından gözlerinle odaklandığın ve ellerinle duyumsadığın bir gerçeklik
tadabilmektesin ama gerçeklik olgusundaki tadın yetersizliği seni bu
gerçekliğin de bir rüya olduğuna ve dolayısıyla daha gerçek bir dünya olması
gerektiğine sürüklemektedir. Ne var ki, o daha gerçek dünyaya dokunamamaktasın,
gözlerinle odaklanamamaktasın. Olanaksızlığın zulmünü idrak edersin o an! Ve
çevrendeki Herşeyin ve Herkesin birer rüya figürü olduğunu idrak edersin. İşte
uçurum. Kaçınılmaz noktaya geldin, hep duyumsuyordun bu noktayı, biliyordun ama
asla görmek istemedin. İşte şimdi önünde, bir adım daha, düşeceksin. Ama
"hayır" diyeceksin içinden, buna yeltenirsen eğer, dokunamadığın ve olabileceğini
düşündüğün o gerçeklik, o daha gerçek dünya seni yutacaktır. Ah, beynini
kemiren şüphe! Öyleyse düşünce örgülerine devam edeceksin: Adalet, hak, din,
hukuk, sistem, ah, daha neler ve o görkemli diğer düşünceler, o büyüleyici duyu
dolu düşünceler: Aşk, sevgi ve diğerleri. Ve beynini kemiren şüphe. Bir gözyaşı
ve derinden bir kahkaha. Deli olmadığına idrak edersin. Aklınla geldin buraya. Ben. Öteki
Ben'lerin yanında bir Ben değilim. Ben -Biricik'im. Sartre'ın, kayalığı görüp
üzerinde dolanması, oyalanması, kendini avutması sosyal örgülerin ağırlığına
dayanmaktadır. Oysa burada bir tuzak mevcuttur, final tuzak. Uçurum olarak
yansımasının nedeni, sosyal örgülerin sana yapay bir zemin vermiş ve seni
örgülerinin arasına örmüş olmasından kaynaklanıyor. Bu durumda sen örgüdeki bir desensin sadece,
diğer desenler gibi. Usturayla keseceğin bu örgü ağı seni uçuruma salacaktır.
Sosyal teranelerin beklenen final korkusu budur elbette. Oysa Hiç'in yaratıcı
aklı tam da bu durumda asıl uçurumun örgü olduğunu gösterecek sana ve o ana
kadar bütün bir ömrünü uçurumda tükettiğini öğretecektir. "Düşeceğim"
değil, "çıkacağım" olacaktır sözün o an. Son tümce:
Biricik'in yalnızlığı Tanrı'nın yalnızlığına eşdeğerdir.
|
||||