|
Max
Stirner ve Nominalizm Stirner'in Tırpanı H.
İbrahim Türkdoğan Rüdiger
Safranski: “Orta Çağ nominalizmi, anlaşılmaz
yaratıcı Tanrı’yı, onu kavramsal
ağlarına hapsetmek isteyen bir usa karşı savunmuştu. Nominalist
Stirner, anlaşılmaz
yaratıcı Ben’i dinsel, hümanist, liberal, sosyolojik
ve diğer genel kavramlara
karşı savunur.” (Safranski, Rüdiger. Nietzsche / Biographie seines Denkens. Hanser Verlag 2000, s.
128) Giriş Stirner’in
dünyası, tam olarak algısal dünya olarak beliren
nominalizmle örtüşür mü? Bunu
inceleyeceğim. Bunun için de öncelikle
nominalizmi tanımlayacağım. Ancak nominalizmin belirleyici ve hayati
noktalarına değinmekle beraber ayrıntılı bir nominalizm incelemesinden
kaçınacağım, zira konumuz detaylı bir nominalizm anlatısını
gerektirmiyor. Daha
önce Stirner’in anarşizm ve tekbencilik ile
ilişkisini incelemiştim, burada da
amacım Stirner’in nominalizmle bir ilişkisi olup olmadığını
incelemek
olacaktır. Nominalizm açıklamasını mümkün
olduğunca dar tutacağım, türlerine
ayrıntılı değinmeyeceğim. Daha çok konumuz için
gerekli olanı ele alacağım. Bu
da nominalizmin skolastik, teolojik, dinsel boyutuna bulaşmadan dil ve
algı
kısmına ağırlık vereceğim anlamına geliyor.
Çünkü Stirner bu iki alanda
konumlandırılıyor. Nominalizm, yüzyıllardan beri tartışılan karmaşık bir felsefi kavramdır. Gerçekliğin doğası ve algı ile bilgi arasındaki ilişki hakkındaki varsayımlarımıza meydan okuduğu için fenomenoloji alanında da önemli yeri vardır. Sözeylem ve edimbilim gibi modern ve postmodern dil kuramlarına katkı sağlayan nominalizm, evrensellerin olmadığından yola çıkar. Dilin ve deneyimin önemini vurgulayan nominalizm, çevremizdeki dünyaya benzersiz bir bakış açısı sunar. Antik Yunan ve
Orta Çağ Öncelikle
nominalizm ve realizm tartışmalarına Platon ve
Aristoteles’te rastlamaktayız. Tam olarak:
Platon’un idelerinin evrensel bir
geçerliliği olup olmadığı konusunda. Ancak nominalizm esasen
ilk olarak Orta
Çağ’da geniş kapsamlı ve çekişmeli
biçimde karşımıza çıkar. Özellikle dünya
hakkındaki bilginin deneyime dayandığına
ve dünya hakkındaki tüm bilgilerin dil aracılığıyla
aktarıldığına inanan
Ockhamlı William tarafından geliştirilir. Günümüze
kadar süren bu
tartışmaları incelemek, nominalistlerle realistlerin kapışmalarını
okumak,
okurken bir tür izleyici olmak heyecanlı, zevkli ve
eğlencelidir. Stirner, bu
tartışmanın en son büyük nominalisti olarak
anılıyorsa da başlı başına, geniş
kapsamlı bir inceleme mevcut değildir bu konuda. Tıpkı
“nihilist”, “tekbenci”,
“anarşist” söylemler gibi keyfi
yargılardır bu konudakiler de. Oysa dil analizi
ya da dil eleştirisi kapsamında ciddiye alınabilecek benzerlikler
söz konusudur.
Stirner’in “Dil ya da
‘söz’ Bize en çok kan
kusturandır” gibi sayısız tümceleri
doğrudan nominalizmi çağrıştırabilir ancak
çağrışımın ötesine de bakmak
gerekir. Latince “nomen” (ad) sözcüğünden türetilen nominalizm (diğer adıyla “adcılık”), kavramların, sözcüklerin, tanımların, tüm genellerin, evrensellerin ve dolayısıyla “tümellerin” hiçbir gerçek anlamı olmadığını ileri süren bir felsefi kavramdır. Bu sözler doğrudan Stirner ile ilişkilendirilse de meselenin pek böyle olmadığını aşağıda göreceğiz. Yüzyıllardır var olan bu felsefi kavram soyut nesnelerin ve tümellerin varlığını yadsır ve bunun yerine yalnızca tikellerde bulunan tek tek özelliklerin dil aracılığıyla bir genele yaslandırılarak anlamlandırıldığını iddia eder. Nominalizmin kökleri, bir açıdan da filozof Protagoras'ın “insan her şeyin ölçüsüdür” sözüne kadar uzanır. Daha sonra bu tümcenin Stirner’de “Biricik her şeyin ölçüsüdür” versiyonuna dönüştüğünü göreceğiz. Tümeller
Yok Nominalizm, belirli bir sınıfın tüm üyeleri için geçerli olan özellikler ya da karakteristikler olan tümeller kavramını yadsır. Örneğin, evrensel “yeşillik” dünyadaki tüm yeşil nesneler için geçerli olduğu anlamını içerir. Nominalistler, bu tümellerin dünyada var olmadığını ve yalnızca deneyimlerimizi kategorileştirip düzenlemek için kullandığımız kavramlar olduğunu savunurlar. Bunun aksiyolojik varyantı çok daha sorunlu sonuçlar yaratır, örneğin, “iyilik”, “erdem”, “güzellik” ve benzeri kavramları genelleştirip bireye indirgemek vahim sonuçlara neden olur. Tam da bu nedenle nominalist çıkış Orta Çağ için bir devrim niteliğindedir. Aslına bakarsak bu zamanın da darbecisi olarak nominalizm, muhtemelen nâmını pek uzun yıllar korumaya devam edecektir. Nominalizm, dilin gerçekliği doğru bir şekilde temsil edebileceği görüşünü kabul etmez. Sözcükler keyfi etiketler olduğundan, dünyanın karmaşıklığını ve çeşitliliğini tam olarak yakalayamazlar. Bu, dilin gerçekliği tanımlama yeteneğinin her zaman sınırlı olduğu ve dünyanın her zaman dilin kapsamının ötesine geçen yönleri olacağı anlamına gelir. Eğer sözcükler yalnızca keyfi etiketler ise, bir ifadenin doğruluğu, herhangi bir nesnel gerçeklikten ziyade, kullanıldığı belirli bağlama ne kadar uyduğuna bağlıdır. Bu, bilginin her zaman belirli bir bağlama göre göreceli olduğu ve evrensel ya da nesnel bir doğruluk olmadığı anlamına gelir. Bunları Wittgenstein ve Derrida gibi filozoflar da vurgulamıştı. Dahası Wittgenstein, buradan hareketle felsefenin geçerliliğine ciddi biçimde darbe indirmiştir. Sözcüklerin keyfi doğasına yapılan vurgu, dil ve gerçeklik arasındaki ilişkiye dair geleneksel fikirlere meydan okumakta ve insan iletişiminin karmaşıklığı ve çeşitliliğine dair yeni kavrayışlara yol açmaktadır. Söz konusu karmaşıklığı önlemek ya da gidermek için Ockhamlı William, dili makaslamak istemiş, böylelikle “En basit açıklama büyük olasılıkla doğru olandır” tezini ortaya koymuştur. Pek meşhur “Ockham’ın usturası” sözü buradan gelir. Algı ve
Gerçeklik Arasındaki İlişki Nominalistler,
dünyayı algılayışımızın öznel olduğuna ve
deneyimlerimiz tarafından şekillendirildiğine inanırlar. Algılarımızdan
bağımsız olarak var olan nesnel bir gerçeklik olmadığını ve
tüm bilginin
dünyaya ilişkin deneyimlerimize dayandığını savunurlar.
Örneğin, rengi algılama
şeklimiz kişiden kişiye farklılık gösterebilir, ancak bu bir
algının diğerinden
daha geçerli olduğu anlamına gelmez. Bu bir
rölativizme işaret ediyor. Bilindiği
gibi bu ölçüde bir devrimi fizikte
Einstein yapmıştı. Onun ortaya koyduğu,
deneyimin kişiselliği, bir diğer değişle göreceliği
hâlen yankısını
sürdürmektedir. Genel, dil ve gerçeklik: üçü de algı konusudur. Ve şimdiye kadarki açıklamalarımın Max Stirner’i çağrıştırdığı söylenebilir. Bu bağlamda Stirner de nominalist düşünce ile ilişkilendirilebilir. Fakat nasıl? Biricik hem her şeyin ölçüsü hem de Genele sığamayandır. Bu da Stirner'in düşüncesinin genelciliği içermediği ve aynı zamanda Biricik'te her şeyin “Biricikçe” var olduğu anlamına geliyor. Buradaki “Biricikçilik” genellenemez, sadece tek Biricik’e hitap eder. Dolayısıyla kendi varlığının referansını veriyor Biricik. Fakat her zaman dile getirdiğimiz gibi, Biricik'in referansı Biricik'in de içinde erimesiyle sonuçlanan, daima çözülen bir referanstır. Dolayısıyla Biricik, gerçekte, kuyruğunu ısıran yılan gibi bir referans noktası, bir merkez belirlemekle kategorize edilemeyecek bir düşünüm ortaya koyar. Hem bir merkez mevcuttur hem de aynı hızla çözünerek Hiç oluveren bir merkezin yokluğu. Bununla Stirner'in nominalizme sığmadığını söyleyebiliriz. Bu, nomalizmin onda daha dar bir çeperde kaldığını ima etmekle birlikte tam da yakalanamazlığı, elimizden kayıp gitmekliği ile, önüne kocaman kayalar da çeksen bir türlü rehin edemediğin su, ya da tam da avucuna hapsetmek istediğinde parmak aralarından sızarak kaybolup giden kum taneciklerine benzer. Stirner, bir çözüntü olmakla her şeyin altından kalkar, üstesinden gelir ve yalnız bu da değil, altını üstüne getirir. Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözü, İnsan olmakla Stirner’in tam karşıtı bir imgedir. İnsan geneldir, Biricik ise biriciktir yani eşsiz. Eğer Protagoras “İnsan”dan değil de “insan”dan söz açıyorsa yine de karşıtı olarak kalacaktır, çünkü Stirner, “kendi kendinin cinsi”dir. Sonuç Yukarıda
Safranski’den alıntıladığım tümce bir
övgü gibi gözükse de daha
çok bir
küçükseme
sözüdür. Şöyle ki: Safranski
Stirner’i nominalizme indirgemek ister.
Aynı hataya onun gibi başka birçok
düşünür de düşer.
Stirner’in nominalizme ya
da başka bir düşünceye indirgenemeyeceği
apaçık. Nominalizmin
farkındalığı olmasaydı, Stirner “İçimizdeki
Öte dünya”yı göremeyebilirdi.
Fakat
onun algısı dile hiçbir gerçeklik tanımıyor: Dil,
gerçekliği ifade edemediğine
karşın gerçekliğe egemen olması Stirner’e bu
sözü söyletebilmiştir: “Dil ya da
‘söz’ Bize en çok kan
kusturandır.” Stirner dilin de ötesinde bir yerde
durmaktadır, bu Wittgenstein’ın son aşamada susuşunu
anımsatır. Nominalist algı
yetersizliğinden Feuerbach ve Marx, her biri kendi tarzında, kendi
yarattıkları
fantazmalara takılıp kaldılar. Feuerbach insanı Tanrı olarak
gören doktrininde,
Marx ise proleterler için hapishane anlamına gelen
üretkenlik dogmasında.
Stirner nominalist algıyı aşan bir dürtüyle her şeyi
silip süpürüyor. Gustav
Landauer’in Stirner’i “son en
büyük nominalist” olarak adlandırması da
bir an için
anlaşılır gibi gözükse de onda da bir
küçümseme, hatta tam olarak, bir kaçış
söz konusudur. Safranski de, Landauer de Stirner ile bir
düelloya girmekten çekiniyorlar:
Safranski metnin sonunda Stirner’i “bir
küçük burjuva ve yüzeysel
birey” olarak
adlandırmakla, Landauer onu nominalizme hapsetmekle. Stirner’in
nominalist öğeler taşıdığını vurgulamaktan
kaçınmıyorum
ben, ancak sırf bu öğeler nedeniyle onu nominalizme hapsetme
hatasına da
düşmüyorum. Stirner, -söylemekten bıkmadım-
sığmıyor hiçbir kavrama. Nominalist
öğeler renklendiriyor elbette “Biricik ve
Mülkiyeti”ni, ancak nominalist değildir
Biricik. Bazen bir anark ile karşılaşırız, bazen şiddetli bir
terörist ile.
Bazen eşit olmayı seven bir sevgili ile, bazen eşitsizliği şiddetle
seven bir
erkçiyle. Faşist ve anarşist öğeler yer yer
birbiriyle yarışır gibi olur, yer
yer M. de Sade’ı anımsatır, ama yine de hiçbiri
değil –Biricik. Çünkü o sadece
an’da gerçek, başka bir Ben’i yok.
Mutlak bir Ben’i, bir özü yok, karakteri
yok, bireyciliği yok, hiçbir şeyi yok. Hiçbir
“-ciliği” yok. Biricik yaşamı adlandırmaz,
yaşamı yaşar. Mauthner:
“Bir patlama gibi güçlü,
başarılı bir dil eleştirisi
icra etti Stirner. O, ne bu bağlamda ne de başka bir bağlamda egoizm
adı
verilen kendine düşkünlüğü vaat
etmedi; bizzat kategorik emri yadsıdı. Genel
kavramların herhangi bir anlamını, Orta Çağ’ın
herhangi bir nominalistinden çok
daha güçlü bir şekilde yadsıdı, yalnızca
bireylere gerçeklik tanıdı (dilsel
olarak sadece biricik Ben için görkemli), sapın
tepesinde duran devlet, toplum,
hukuk, gelenek ve ayrıca din gibi kavramları geniş kapsamlı bir tırpan
ile
biçti.” Bu
tanımlama radikal bir nominalistin ötesinde bir imgeyi
çağrıştırır, Stirner bu imgenin yaratıcısıdır. Ancak o
imgeye hapsolamamakta
Stirner, onun radikalliği buna izin vermiyor.
Ondaki dürtü Hiç
kökenlidir, Hiç’in
kendisidir, Kendidir.
Mauthner’in bende yarattığı imgeyle: Sözü
aza indirgemekle yetinen Ockham’ın usturası
karşısında Sözü kökten kazıyan
Stirner’in tırpanı. Birinde
az da olsa yaşamı belirleyen Söz,
ötekinde Sözün olmadığı
(sözün geçerlilik taşımadığı) bir yaşam.[1] Tüm
bu nedenlerden dolayı Stirner’i nominalizmin temsilcisi
olarak
lanse edemeyiz. Biricik kavramının bir sonucu olarak Stirner
nominalisttir,
tekbencidir, anarşisttir, nihilisttir ve Biricik kavramının bir sonucu
olarak
bunların hiçbiri değildir; onu tanımlamada
hiçbiri yeterli değildir.
Düşüncelerle dolup taşan Stirner,
düşüncelerden yararlanmasını bilen bir
Kendidir ve hiçbir düşüncede kalamayacak
kadar özgürdür.
[1] Mauthner’in
problemi: Mauthner
Stirner’in dil analizi konusunda kısmen yeterli bir sunum
yapmıştır ama
Mauthner’den daha fazlasını beklerdim ben. Dostu
Landauer’in tersine Mauthner
hiçbir zaman “Stirnerci” olmadı. Uzun
yıllar Stirner’le sıkı bağları olan
Landauer, mistik dünyaya yönelince
Stirner’i nominalizme hapsederek ondan
uzaklaştı. Dikkat çeken bir kaçıştır bu,
yüzleşemeyen, düelloya giremeyen bir
psikolojik kaçış. Mauthner daha
özgürdü, daha bağımsız ve dolayısıyla daha
tarafsızdı. Bu nedenle de Stirner’e verdiği değer dikkat
çekecek kadar büyüktür.
Hatta Lütkehaus’u kıskandıracak kadar: “Geschichte
des Atheismus im Abendlande”
(Ateizmin Batı’daki Tarihi) adlı 4 ciltlik eserinde
Stirner’e verdiği değer son
derece dikkat çekicidir. Onun
“Biriciki”dir. Lütkehaus bu değeri
küçük
düşürmeye çalışır,
“abartılı” bulur. Aynı yerde Feuerbach’a
yeterince değer
vermediğini, Marx hakkında yazdıklarının yetersiz olduğunu ileri
sürer. Oysa
Mauthner Stirner konusunda, ona olan tüm sevgi ve hayranlığına
karşın, yeterli
bir analiz sunmadı ya da sunamadı. Stirner’in “Biricik”ini
analizlerken neticede problemin Stirner’den mi yoksa dilden
mi kaynaklandığını
bilemediğini dile getirerek konuyu kapatır.
|
|