Max Stirner ve Varoluşçuluk à la Jean-Paul Sartre H. İbrahim
Türkdoğan Giriş Yüzyıllar boyunca insan düşüncesinde
insanın dünyadaki varoluşu ve özü bağlamında Hiç’ten korkma duygusu yuvalanmış
ve çekilmeyecek bir duruma gelmiştir: bir felakete yakalandığımız duygusu Batı
dünyasında insan varlığının ikilemini her gün arttırıyor. Ve her gün üzerine
yeniden düşünülen “insanın ne olduğu” ebedi sorusu, insanların kısır döngüden çıkma
fırsatını elinden alıyor. Filozoflar, düşünürler, yazarlar ezelden beri
insanların birlikte yaşama ilkeleri üzerine düşünürlerken, her çöküşten sonra
yeni bir “ilkesel” değişimi savunurlar. Korkunun, anlamın, hiçliğin ve “anlamsız
bir evrende” yalnız kalma umutsuzluğunun özelliklerini inceliyor ve neticede
“dünyaya atılmışlık”ta (Heidegger) “her şeyin saçma, yaşamanın ve kendini öldürmenin
anlamsız olduğu” bir çöküş duygusuna tanık olmaktadırlar. Bununla birlikte Batı felsefesi
tarihinde çeşitli felsefesel düşünce ve akımlar gelişmiştir, bunlardan biri de
varoluş felsefesi ve onun aktif siyasal oluşumu varoluşçuluktur. Her ikisi de insanın
aktüel durumunu varoluşun öz’den yabancılaşması olarak algılar. Varoluşumuz ve
özümüz birbirinden kopmuş, ikiye ayrılmış ve birbirine yabancılaşmıştır. Bu
konuda Sören Kierkegaard, Martin Heidegger, Gabriel Marcel, Karl
Jaspers ve Jean-Paul Sartre gibi birçok filozof kendi felsefesel düşüncelerini yapılandırmışlardır.
Her biri bilimsel ya da dinsel bir sistemin kuramını hazırlayıp insanlığa
sunmuştur. Kierkegaard ve Jaspers dinsel bir varoluşçuluk taslağı
çizerken, Heidegger ve Sartre bunun ateist şeklini geliştirmişlerdir. Sonuç
olarak Sartre, Heidegger’in gizemsel Varlık kavramından uzaklaşıp sadece
İnsan’ı merkeze alarak kendi felsefesine “hümanist” demiştir. Tüm bu dinsel,
bilimsel ve öteki kuramlarla çok daha önce Max Stirner ilgilenmiş ve Sartre ve
Heidegger öncesinde insanın “dünyaya atılmışlığını” farklı kavramlarla dile
getirmiştir ve bu düşünceden yola çıkarak da Kendi-olma (Eigenheit) ve Biricik “kavramını”
yapılandırmıştır. Stirner ve Çağdaşları Stirner
dönemi filozoflar (Hegel, Marx, Feuerbach, Proudhon vb.) Tanrı’yı öte dünyadan
bu dünyaya taşıyıp yeni nominalarla taçlandırırlarken, Stirner, başyapıtında (Biricik
ve Mülkiyeti, 1844) tek tümceyle tüm felsefesel, sosyolojik ve dinsel tanrılara
meydan okur: “Hiçbir şey Benden üstün değildir”. Bununla tüm fantazmaları (tanrıları,
putları, nominaları) silip süpürüp yerine Ben’i koymuştur. Neredeyse dönemin
tüm filozofları tamamlanmış düşünce sistemleri sunmaktaydı; Stirner her bir
sistemde yeni bir efendi görür, dolayısıyla her birini saplantı (fixe Idee) olarak
adlandırır. Bu saplantılı düşünce sistemleri Feuerbach’ta tanrılaştırılan
İnsan, Marx’ta sosyalizm, Hegel’de devlet ideolojisi, Proudhon’da Töre,
Fichte’de mutlak Ben’dir vb. Birer üstben ürünü olan tüm bu ideolojileri hayaletler
olarak betimleyen Stirner, filozofların İnsan’ı Tanrı’nın elinden alıp farklı tanrıların
kucağına koymakla yeni bir şey yapmadıklarını, sadece eskiyi yeni adlarla devam
ettirdiklerini ileri sürer ve tüm tanrılarla birlikte, diğer filozofların
tersine, tanrı-hizmetçilerini de ateşe atar. (Bu güçlü alevler daha sonra
Nietzsche’ye de ulaşacaktı, ve Nietzsche Tanrı’nın öldüğünü “müjdeleyecek”
kadar cesaret gösterecekse de yeni bir Tanrı’ya, “Üstinsan”a, boyun eğecekti.) Stirner ve Sartre 1) Varoluş ve Kendi-olan İnsan konusunda köklü bir analizde bulunan
Stirner, onu doldurulması gereken boş bir kap olarak algılamaz; Stirner’e göre
insan doğası gereği tamamlanmış ve yaratıcı bir varlıktır ve hiçbir buyruk ya
da emir olmaksızın kendini geliştirebilme yeteneğine sahiptir. Ancak bu yetenek
bir “İnsan kavramı” değildir, çünkü Stirner her insanın bir ötekinden farklı
olduğundan yola çıktığı için, her insanın kendine göre kendini geliştirebileceğini
ileri sürer. Tam olarak: Tek tek insanlardan yola çıkar. Sartre’ın
“otantik” dediği düşünce Stirner’in
“Kendi-olma” düşüncesine yakındır.
Sartre’ın ilkesi: “Varoluş özden önce
gelir.”[1] Stirner: “Elbette duyularım olmaksızın düşünemem. Ne
var ki düşünebilmek ve duyumsamak için, yani soyut ve
duyusal için, her şeyden önce Bana gereksinimim vardır, hem de şu çok bariz
olana, Biricik’e. […] Düşünmemin
öncesinde – Ben – varım.”[2] Demek ki: Düşünmenin sahibi benim ve düşünme benim
mülkiyetimdir. Sartre’ın bazı felsefesel kavramları Stirner’in felsefesiyle
belirli bir noktaya kadar örtüşüyor. Aşağıda buna açıklık getireceğim. Sartre’ın
“Bulantı”adlı romanını Stirner’in felsefesini temel alarak incelerken, öteki
eserlerini de göz önünde bulunduracağım. Stirner, Batı felsefesinde
Kinikçilerden sonra yabancılaşma kavramını kapsamlı bir şekilde araştıran ve gün
ışığına çıkaran ilk filozoftur. Proudhon ve Marx’tan da önce. “Bulantı”nın
protagonisti Antoine Roquentin için yaşam anlamını tamamen yitirir. Yaşamanın
bir anlamı olmadığı gibi özkıyımın da bir anlamı kalmaz. Şeylere ve insanlara
duyduğu tiksintinin köküne inmeye çalışır Roquentin. Stirner’e
göre birey, içselleştirdiği dış dünyanın değerlerinden, örneğin toplumsal
değerlerden arınırsa, arı ve ona özgü bir Ben’e sahip olabilir. “Bulantı”nın
protagonisti içselleştirdiği tüm toplumsal değerlerden arınmakla meşguldür.
Aslında roman Stirner’in “Meselemi Hiç’e bıraktım” tümcesiyle sonuçlanır; ancak
önemli bir farkla: Roquentin genel değerlerden ve varoluşundan kendisinden iğrenirken
Hiç’in melankolik dalgasına kapılır, hazzın ve yeniden yaratımın kapıları
kapanır üzerine. Hüzünlü bir bakışla varoluşu ve onun insansal gelişimlerini
izler. Roquentin’a oranla Stirner’in Biricik’i şenlik dalgaları yansıtır;
yıkımını gerçekleştirdiği değerlerin ardından şöyle der: “Sen ey çilekeş Alman halkım – neydi acın,
ıstırabın? Canlanamayan bir düşüncenin acısıydı seninkisi, horozların her
ötüşünde hiçliğe karışan ve yine de mutluluğun ve kurtuluşun özlemini çeken bir
tinsel hayaletin acısıydı. Benim içimde de uzun zamanlar yaşadın ey sevgili –
düşünce, ey sevgili – hayalet. […] Kal sağlıcakla ey milyonların rüyası,
çocuklarının binyıllık zalim anası kal sağlıcakla! Yarın seni mezara
taşıyacaklar, ve çok yakında kardeşlerin, diğer halklar, ardından gelecek.
Hepsi sıra sıra mezarlarına indirildiğinde – işte o zaman insanlık âlemi
gömülmüş olacaktır. Ve Ben, kendi-olan Ben, onun gülen mirasçısı olacağım![3]
Bu fark
ilkesel bir önem içerir. Melankoli Hıristiyanlığın öteki dünya öğretisinin harabelerinden doğmuş bir
psikolojik zedelenmişliktir. Sartre, Roquentin’ı Hiç’in melankolik
dalgalarından kurtarmak için, onu daha sonraki eserlerinde yeni tanrılarla
tanıştırır. Bu tanrılardan biri “hümanizmdir”, bir başkası da “diyalektik
Marksizm”. Sartre’ın
otantizm kavramı, “yeni” bir etik üzerinden yaşam ümidi taşır, bu da onu öteki
düşünce sistemlerinden farklı kılmaz. Stirner’e göre bu kavramlar da her düşünce sistemi gibi bireyin deforme
edilmesi anlamına gelir. Bu nedenle de Stirner
yeni bir genel etik kavramı yapılandırmaktan özenle uzak durur. 2) Özgürlük ve Kendi-olma Sartre’ın özgürlük felsefesini temellendiren ilk tümcesi:
“İnsan özgürlüğe mahkumdur.”[4] İkinci tümcesi: “Başkalarının özgürlüğünü amaç edinemediğim
sürece kendi özgürlüğümü amaçlayamam.”[5] İlk tümce Stirner’in felsefesiyle kısmen
örtüşür. Stirner: “Kendi-olan kökeninde özgürdür.” Buradaki köken sözcüğü Kendi-olanın doğrudan
doğasını kasteder. Bütün
insanlar Kendi-olan ise, o zaman bütün insanlar özgürlüğe mahkumdur. Ancak
mesele bu kadar kolay değil. Kendi-olmayı bu kontekste tüm sosyolojik
fantazmalardan (kimliklerden) arınmış bireyin varoluşunu anlayabiliriz. Ancak
bu durumda her insanın özgür olmadığını söylemek gerekir, çünkü insanların
büyük çoğunluğu sosyolojik kimliklerle var olabilmektedirler. Bu nedenle
Stirner Kendi-olanı özgür olandan ayırır. Burada ilk ayrım başlar. İkinci ayrım
daha da çarpıcıdır. Sartre’ın ikinci tümcesine karşılık olarak Stirner yalnızca
Kendini ve kendi özgürlüğünü göz önünde bulundurur. Bununla Herkesin Herkesle
savaşını ilân eder. Özgürlük Stirner’de ikincildir. Birincil olan Kendi-olma ve
Kendi-olandır: “Kendi-olma Sizi kendinize geri dönmeye davet eder ve der ki:
‘Kendine gel!’ Özgürlüğün himayesi altında birçok
şeyden kurtulacaksınız, ancak yeni şeyler size acı verecektir: ‘Kötü olandan kurtuldunuz,
ama kötülük kaldı’. Kendi-olan olarak gerçekten Herşey’den kurtulacaksınız
ve üzerinize yapışanlar
olursa da bu Sizin tercihiniz ve
seçiminizdir, sizin keyfinizdir. Kendi-olan özgür doğar, doğuştan
özgürdür; Özgür ise, sadece özgürlük müptelasıdır, hayalcidir,
hayalperesttir.” Başkalarının özgürlüğünü
amaçlayan Sartre’ın özgürlük düşüncesi temelde Kant’a dayanır: “Bir kişinin özgürlüğü başka bir kişinin özgürlüğünün
başladığı yerde biter.” Bu da Herkesin Herkesle savaşıdır; insanın varlığından bu yana
gezegenimizin doğal hâli budur. Tüm toplumsal kuramlar, tüm düşünce sistemleri,
tüm sosyolojik ütopyalar bu kaçınılmaz savaşı yenemediği gibi, onun üzerine
kurulmuştur. Stirner’e göre filozofların esas yanılgılarından biri tek tek
insanları bir İnsan kavramında
bütünleştirmeye çalışmalarıdır. Hiçbir filozof yoktur ki bireysel bir felsefe
yapılandırabilsin; en bireyselci filozoflar bile genel bir Birey kuramını
çizmişlerdir, bireylerin kendisini değil. Bunun, olanaksız olmamakla birlikte,
ne kadar zor olduğunu Stirner’in Biricik betimlemesinde görmek mümkün. Özgürlük
bağlamında söylenebilecek birkaç şey daha var. Sartre
ile söylemek gerekirse: İnsan öncelikle yalnızca vardır
ve kendisini nasıl şekillendirirse, odur. Yani kendisini
oluşturduğu şeyden başka bir şey değildir. Stirner’in buna itirazı olmaz. Eğer şu üç olguyu
temel alırsak, bireyin onlara göre kendini geliştirebileceğini kaydedebiliriz:
Buradalık (dünyaya atılmışlık), sonluluk ve faktisite (olgusallık). Bu şekliyle
birey kendini Kendi-olma (Eigenheit) ve olanaklılık (olasılık) olarak algılar.
Kendi-olmayı belirleyen olanaklılıktır. Kendime verebileceklerim olanaklarımla
sınırlıdır. Olanaklarım özgürlüğümü belirler. Şimdi, toplumsal hiçbir
değer yargıyı olumlamayan Stirner gibi bir filozofla, toplumsalsız yaşamayı
düşünemeyen Sartre gibi bir filozof aynı yolda daha uzun birlikte yürüyemezler. Stirner
der ki, eğer
Tanrıyı, Zeus’u, kralı vb. tahtından indirme gücüne
sahipsem, bunu yapma
hakkına da sahibim. Bu tümcede genel ahlaksal hiçbir değer
göremeyeiz; ne dinsel
ne insansal, ne tanrısal ne metafiziksel bir değer. Ancak tümcede
gizli olan
bir “ahlak oyunu” vardır. Herkesin Herkesle savaşı!
Hiçbir ideoloji doğrudan ve
dolayımsız bunu ifade etmez. Her ideoloji her zaman üstü
kapalı ve dolayımlı
ifade eder. Ve asas olarak da hak ve adalet kavramlarına dayandırır; bu
iki
kavramı da ahlak çerçevesine alır. Sonuç olarak
güçlünün güçsüze karşı
savaşının meşrulaştırılması adına bu dolayımlı betimleme insanların
tarihsel
geleneği haline gelmiştir. Stirner’in farkı; bu oyuna
katılmamasıdır; bu oyunu
kökten yadsımasıdır. Sözcüğün sözcük
anlamıyla karşımıza tüm değerlerden
arınmış yalın bir düşünür çıkar. Bu kontekstteMauhtner yerinde bir analizde bulunur: Stirner “dünyaya sığmayacak ve dolayısıyla
açlıktan ölecek kadar biricikti; o, politik bir önder değildi, sadece iç
dünyasında bir başkaldırandı, çünkü onu insanlarla birleştirecek ortak bir dil
bile yoktu.”[6] Hiçbir pedagojik buyruk
Stirner’de onurlandırılmaz; her biri ona göre bir bahane ve şaklabanlıktır. Stirner
ile bir toplum inşa edilemez (zaten böyle bir istemi olduğu söylenemez), Sartre
ile inşa edilebilen bir toplum ise ancak ikiyüzlü olacaktır, her toplum gibi. Diğer
taraftan Stirner’in önemi düşünce sistemlerine dair tutarlı analizleri ve bireye
bireysel değişimlere dair sunduğu alternatiflerdir. Özgürlüğü sorgularken bireyin önemini öne çıkarır:
“Peki, nelerden kurtulup özgürleşeceğiz? Herşeyden.
Demek ki: bütün perdeleri kaldırılacak, bütün
kabukları – kırılacak çekirdek
Ben’im.” […] Ama bizzat bu Ben’e
özgürlüğün sunacak hiçbir şeyi
yoktur.” Felsefe tarihinde özgürlük
sorusunu bu şekilde sorgulayan bir filozofa Stirner dışında pek rastlanmaz: “Ben özgür olduktan sonra ne olması gerektiğine
dair özgürlüğün söyleyecek sözü yoktur, tıpkı hükümetlerimizin tutukluyu,
cezasının bitiminde serbest bırakıp kimsesizliğe terk etmeleri gibi.”[7]
Birey gerçekten Herşeyden özgürleşmek mi ister? Yoksa daha çok Herşeyi elde mi
etmek ister? Bireyin elde etmek istedikleri var, kurtulmak istedikleri var. Burada
önemli olan bireyin Kendi-olarak kendi ilgi ve çıkarları için karar vermesidir.
Roquentin
henüz us’la boğuşmaktadır. Bir taraftan özgürleşmek (arınmak) ister, diğer
taraftan kendi yalınlığına pratik bir ifade verebilecek durumda (olanaklık/erk)
değildir. Varoluşun ve toplumsalın yoğunluğuyla baş başadır. Bu yoğunluktan
çıkabilmesi için “Kendine dönmesi” gerekir ki özgürleşebilsin. 3)
Egoistlerin Birlikteliği ve Toplumsal Roquentin
silkeleniyor, Kendine geri dönmeye çalışıyor, ancak buradalıktan haz almıyor.
Onu çevreleyen gündelik yaşam, sahi olmamalık fazla geliyor ona, altından
çıkamıyor o devasa gücün. Yakalandığı melankoli hastalığı bireysel dirilişine
engel oluyor. Sartre, protagonistine bir çözüm sun(a)mamaktadır. Roquentin,
melankoli adında bir çıkmaz sokaktadır, bir şeytan çemberine hapsolmuştur.
Sartre, protagonistini orada bırakır. Daha sonraki eserlerinde ama melankoliden
uzak, hatta ihtiras gibi afektler bile içermeyen bir toplumsallık sunar. Adı:
Sosyalizm. Sartre’ın
sosyalizmi doğal olarak Ben’lerin ilgisinden uzak töresel bir toplum için
düşünülmüş bir kuramdır. Toplumsal düzenle birlikte Herşeyin absürtlüğünü “Bulantı”da tutarlı bir
şekilde gün ışığına çıkaran Sartre, daha sonraki eserlerinde (Varoluşçuluk bir
Hümanizm midir? / Varlık ve Hiç) insansal özü Marksist bir toplumda yaşayacak
olan töresel İnsan olarak adlandıracaktır. Varolanın, adsızın özgür edimi yeni
bir toplum düzeninin hizmetçiliğine indirgenecektir. “Varoluş”
“yeni”
adlar ve “yeni” unvanlarla şekillenecektir:
“Hümanist”, “Sosyalist”,
“Marksist”
vb. Bundan böyle insanlığın tek kurtarıcısı komünizm
olacaktır. Bir toplumsallık
üzerinden birey “İnsan olabiliyor” ancak. Sartre bir
ideal insan imgesini takip
ediyor, bu şekilde ifade etmese de. Neticede sosyalizm gibi bir sistem
bireyin
bireysel keyfiliğini önemsemeyeceği gibi, baskılayacaktır. Bu
durumda İnsan
erekleştirilerek bir ödev, bir ideal, bir meslek haline getirilir. Şu anki
benliği köpük ve gölgeden oluşmaktadır. Kant’ın “İnsan eğitilmesi gereken tek canlıdır”[8] tümcesi Sartre felsefesinin temel taşlarından birini
oluşturur. Böylece çoğunlukça belirlenen bir genel oydaşma, bir kategorik
buyruk Sartre hümanizmini belirlemiş olur. Stirner
kendini hedeflemez, kendini başlangıç noktası yapar. Ve toplumsala alternatif
olarak “Egoistlerin Birlikteliği”ni sunar. Genel toplumsal düzene alternatif
olarak bu birliktelikle gücünü büyüterek kendi ilgilerini yaşamak ister;
“Egoistlerin Birlikteliği” bir kuram olmamakla birlikte, bir tür geçici, yani
gerekli olduğu sürece yaşayan bir projedir. Amacı kendine hizmet etmektir,
töresel ya da başka bir kuruma değil. Her birliktelik katılımcısı yalnızca
kendi ilgisine yöneliktir, hiçbir görevi yoktur; ilgisi bittiği an onu o birliktelikte
hiçbir şey tutamaz. Ve bu projenin içeriğini ancak katılımcıları belirler. “Egoistlerin
Birlikteliği” bireylerin kendi güçlerini daha da keskinleştirebilecekleri bir
güçtür. Toplulukta birey egoisttir, toplumda insansal. Topluluğa karşı borcu
yoktur, topluma her şeyini borçludur, çünkü genel bir yasaya karşı sorumludur. “Egoistlerin
Birlikteliği”ni bir party’e benzetebiliriz. Her katılımcı kendi
ilgisi doğrultusunda oradadır. Bir partide ise her katılımcı çeşitli görevlerle
yükümlüdür. İlkinde birey gönüllüdür, ikincisinde zorunludur. Birinde yaşamdan
zevk alır, diğerinde değer yargılarla, ödevlerle, ideallerle çevrilidir, ilkinde
yaşam enerjisini tüketir, ikincisinde tüketilir. Toplum
bireylerin sırtından yaşar. Sartre’ın toplumunda Stirner bir Kendi-olarak
barınamaz. Topluluk bir araçtır, toplumsa bir amaç.
Toplulukta birey bir Kendi-olandır, toplumda yalnızca bir üyedir. Ve sadece
üyelik haklarından yararlanır. Aynı zamanda üyelik ödevleriyle yükümlüdür. Pedagoji,
klasik adıyla terbiye, toplumun bileşenlerinden biridir. Toplum bireye
sınırlar koyar, toplulukta bireyin çıkış noktası ve yargıcı kendisidir.
Çıkarları doğrultusunda bir iletişim kurabilir ya da iletişimi bozabilir.
Kimseden bir şey talep etmez, kimseye karşı yükümlülük taşımaz. “Bulantı”da her şey rastlantısal ve
absürttü, şimdiyse sosyalizm gibi bir sistem Sartre’da bir anlam kazanıyor. Toplum
Sartre’ı mutlu kılar, Stirner’i tiksindirir. 4) Buradalık
ve Haz “İşte o zaman bulantı beni yakaladı;
banketin üzerine yığıldım.[…] Kusmak geliyordu içimden.” -Sartre- Stirner’in
buradalığı tiksinti değil, haz yönelimlidir. Parolası: Buradayım ve haz
alıyorum. Tıpkı bir bitki gibi kendi iç dinamiğime göre nefes alıyorum. Stirner’in
varoluşu varoluşçuluk değildir, çeşitli giysilerle sahneye çıksa da, hiçbir
giysi kutsanmadan yerini bir sonrakine
bırakır. “Varoluşçuluk
bir Hümanizm mi dir?” adlı eserinde Sartre, Dostojevski’nin “Tanrı yoksa, her
şey mübahtır” tümcesini örnekleyerek, ateist varoluşçuların insanı şu an bir
“taslak” olarak algıladıklarını ve yukarıda saydığım bileşenlerle bu “taslağı”
Tanrı’dan ve dinsel öğretilerden bağımsız olarak şekillendirdiklerini ileri
sürer. Çünkü Tanrı’nın olmayışı bir ateist için hiçbir şeyi mübah kılmaz. Buraya
kadar sorun yok. Sartre’ın
“taslak” kavramı ve ateizmi konumuz gereği önemlidir. “Taslak insan”, kendini
daima yenileyendir; bu bir bakıma Stirner’in Biricik’iğle örtüşür, çünkü
Biricik de kendini daima yeniler. Ve bu yenileme Biricik’in gündelik
şekilleridir. Biricik kendini amaçlamaz, kendini tüketir, her an neyse odur. Ancak
Biricik bir taslak değildir, Biricik doğası gereği zaten bir bütündür, gündelik
şekillenmeleri onun gelişimindeki geçici adlarıdır. Ve bu adlar onun ilgisine
göre değişir, sabit değildir. Çünkü her sabit düşünce ve edim bir fixe
Idee’dir. Stirner’in bir sosyalist olma çabası yoktur, vicdanlı bir insan olma eğilimi
olmadığı gibi. Sartre’ın
ateizmi Feuerbach’ın İnsan kavramını anımsatır.
Feuerbach’ın ateizmi, Hıristiyanlık
öğretisine göre Herşeyin ölçütü olan
Tanrı’nın yerine İnsan’ı temel alır. İnsan’dır
artık Herşeyin ölçütü. Feuerbach, Tanrı’yı
yok sayarken, onun yerine İnsanı
getirir, bununla İnsanı yüceleştirir. Bu nedenle
Stirner Feuerbach ve döneminin öteki ateist filozoflarına hitaben “ateistlerimiz
dindar insanlardır. […] En azgın ateist, en inançlı Hristiyan’dan daha az
dindar değildir” der.[9] Sonuç
olarak sadece adlar değişti: Tanrı’nın yerini İnsan aldı. Sartre’ın ateizmi de
aynı eleştiriye layıktır. Nedir Sartre’ın ateizmi? Var olan bütün Hıristiyan
değerleri devralmak. Vicdan, pedagoji, sevgi, aile, toplumsal sorumluluk
kısacası sosyolojik tüm değerler devam ettirilir. Değişen nedir? Gökten
indirilen Tanrı’ya vicdanda yer verilir, tam olarak: Tanrı’nın bizzat kendisine
dönüşür vicdan. Ateist vicdan: Hümanizm. Sartre ile birlikte tüm varoluşçular
bu toplumsal bileşenler üzerine kuramlarını yapılandırırlar. Dolayısıyla
Stirner’in ateizm eleştirisi güncelliğini en yüksek düzeyde korumaktadır. “Varoluş,
özden önce gelir tümcesi” bu aşamadan sonra tersini dile getiriyor. Ateistin
vardığı yer yalın varoluş değil, öz’leşen nominadır: Sosyalizm vb. Yalın
varoluş varoluşçuluğa dönüşürken beraberinde yeni tanrılar doğuruyor. Bu
durumda haz Kendi-olanın kendi hazzı değil, bir nominanın hazzıdır. Kitabının “İlişkilerim”
bölümünde dünyayla ilişkisini şöyle ifade eder Stirner: “Benim dünyayla ilişkim
onun tadını çıkarmak ve onu böylelikle kendi öz-hazzım için kullanmaktır.
İlişki, dünya-hazzıdır ve benim – öz-hazzıma aittir.” Ve bu haz Ben ile Öteki
arasında bir tahakküm ilişkisine neden olmaz: “Ne Sen benden yüce varlıksın ne
de Ben senden.”[10]
Elbette
Stirner tiksinme duygusunu tattı, elbette varoluşsallık ve toplumsallık
karşısında Roquentin gibi aynı ikilemleri yaşadı, ancak “Biricik
ve Mülkiyeti” tüm bu ikilemleri aşan ve hazzını yeniden keşfeden bir Biricik’in
dünyasıdır. Bir yetkinlik olarak us “Bulantı”da
parçalanır. Roquentin, kendi seçimi olan izolasyonda acının uç noktasında
yaşar. Üstbenden neredeyse tamamen kurtulacakken tiksintinin dalgalarına
kapılır. Tiksinti ona kendini bulma yollarını gösterir, aynı zamanda ama onu
izolasyona iter. Protagonist sarsıntı yaşar, Meselesini Hiç’e bırakmak
üzereyken. Neticede, içselleştirilen üstbenini dışlarken, kendi Ben’ini de
dışlar. “Tiksinti” (bulantı) budur. Sartre daha sonraki eserlerinde Roquentin’ı
“Bulantı”nın kasvetinden kurtarır. Ne var ki Kendi-olan bir Biricik olarak
yeniden yaratabileceğine, nominalarla taçlandırır onu. Sonuç: Roquentin
nominaların mekânı olan üstbenini geri alır. Ancak onun yerine Ben’ini
sonsuza dek kaybeder. Sartre’ın
yalınlığı, otantik düşüncesi hayaletlere karışır ve Stirner gülümser. [1] Jean-Paul Sartre: Drei Essays,
Ullstein, 1989, s. 32. (Metin boyunca ad verilmediği sürece çeviriler bana
aittir.) [2] Max Stirner: Biricik ve
Mülkiyeti, Norgunk, s. 309 ve 320. [3]
Stirner, a.g.e, s. 195-196. [4] Sartre, a.g.e, s. 16. [5] Sartre, a.g.e, s. 32. [6] Fritz Mauthner: Der
Atheismus und seine Geschichte im Abendlande. Viertes Buch. Georg Olms
Hildesheim, 1963. s. 210. [7] Stirner, a.g.e, s. 149. [8] Immanuel Kant: Der Denker und Erzieher,
Deutsche Buchgemeinschaft, Berlin 1961, s. 346. [9] Stirner, a.g.e, s.
167, 40 [10] Stirner, a.g.e, s.
41.
|
|