|
|
|
İstanbul
Sıkıntısı ya da Cinler Saltanatı
ve
Max
Stirner’in Cinleri
H.
İbrahim Türkdoğan
Derrida:
“Stirner’le birlikte şöyle bağırabiliriz
pekâlâ: ‘Evet, tüm
dünyada hayaletler
kol geziyor!’”
Bir yaşam felsefesi örneği.
Ruhun çöllerine ayak basarken
et halini almış düşüncelerle, etsel
sözcüklerle, bedensel tinlerle ilişkimi
dillendireceğim; hem arı düşünceden hem
arı etten söz edeceğim. Düşünceyle etin yer
değiştirdiklerini; etin
düşünceleştiğini ve düşüncenin de
etleştiğini; sonuç olarak, etin, yerini
hayalete bıraktığını göstereceğim. Yaşamsal ile kuramsalı bir
nefeste
sunacağım.
Düşünsel savurganlığa duyduğum
psikolojik şehvet, beni cisimleşmiş
düşüncelerin mağaralarını deşmeye
yönlendiriyor. Tinsel hortlakların kol
geldiği uçsuz bucaksız mağaralar. Deşmek, ışık sızmasına yol
açar. Düşünceyi
etin sarhoş ediciliğinde tatmak Hiç’in keyfi
esrimesidir. Öfkesiz ama şiddetli,
kinsiz ama acımasız, empati değil, doğrudan Öteki-oluş.
Kendi’nin vazgeçilmez
egoist hazzıdır bu.
Bu kent üzerine yazılacaksa,
içine dalmalı bin yıllık kirli dalgaların.
“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim
kapalı” gibi aseksüel mısralar,
kültürel iğdişlik
yaşamış erkeklerin işlev görmeyen penislerini
çağrıştırıyor –sadece. Donuk
ruhlu kilisenin mum romantizmine bile ulaşamayan bu şiirin erkek
hayranlarının
büyük çoğunluğu zaten
ömürlerinde ancak bir kez vajinayla
yüzleşebilmişlerdir:
Annelerinden varoluşa fırlatılırken! Heideggerci bir
gözlemlemeyle: Muhafazakâr
bir doğuş. Bu, dünyaya geliş değildir; çemberi tel
örgülerle örülmüş bir
etiğe
indirgeniştir.
Gireceksen bir batağa, kıvrak vajinaların
büyüsüne bırakacaksın kendini, çekmeli seni o
güç daha derine, en derine
çekmeli ki, batağın da bir büyüsü
olsun. Yoksa çekilmez bir illetle başbaşa
kalırsın, Varlık illetine benzer lekeler belirir bedenin özel
yerlerinde kıvrımlardan
kayarken ve uçurumun tadını tam almak üzereyken
boynun kırılır daha dibe
düşmeden. Oysa bir oryantal ilkedir: Dipsiz kuyuya başaşağı
bırakılmak.
Stirner: “Bir şeyin dibine inmeye
çalıştıkça,
göründüğünden farklı bir şey olduğu
ortaya çıkar.” Örnek:
Görünürde olanın ardında
görünürde olmayanı, gerçeğin
ardında gerçek olmayanı aramak ve somut bedeni hayalete
dönüştürmek, hayaleti
de somut bedene: Tini bedenleştirmek. Bu, binlerce yıldır
böyle devam ediyor. Diyebiliriz
ki: İnsanın soykütüğü hayaletlerin
soykütüğüdür.
Tanrı inancını çocuğunu tokatlamakla
kutsayan bir topluma tanık olmanın
dinsel şehvetini analizlerken, özlemi boğulmuş limanlara akın
eden sürünün asla
sevgi tatmadığını sıradan kahkahalarımın eşliğinde algılıyorum.
Güvertede bana
eşlik eden dişil arkadaşımın kilt tarzı kırmızı-siyaz
çizgili eteğinin altından
güneşe sunulan bacaklarına dayanamayan ve penisini uyandırmaya
çalışan bir genç
erkeğin bakışları beni güçlü kahkahalara
sürüklerken, aniden yerimden fırlayıp,
genci kucağıma oturttuğumu fark ediyorum ve “şimdi devam et
penisinle oynamaya,
üçlü çok daha sexy”
diyorum gülüşlerimin sarhoşluğunda.
Kierkegaard’ın bir olay
karşısında kişinin yaşadığı ile kendisi arasına koyduğu terapik mizahı
aklıma
geliyor. Daha fazla gülüyorum. Travmatik bir
şaşkınlığa kapılan delikanlı “abi
yapma” diye yakarışta bulununca “taciz ettiğin kız
nasıl ki ablan değilse, ben
de abin değilim” diyor ve boşalacağımı müjdeliyorum
kemerimin darbelerini duyumsatarak.
Bu sahneyle cinsel hüsranı üst-benin karmaşasından su
yüzüne çıkmasını
sağlıyorum ve bu sahnenin gerçeküstü
tadında bir gerçekçi güzellik olduğunu
vurguladıktan sonra kuramsal boyuta geçiyorum tekrar.
Başka bir boyut yok aslında, tüm boyutlar
aynı kökenin uzantılarıdır. Bir
olaya çeşitli perspektiflerden bakmak gibi. Kuramsallığım
yaşamsallığımdan
beslenir ve yaşamsallığım da kuramsallığımdan. Stirner’in
hortlaklar ülkesi
diye sözünü ettiği tinsel dogmatizm kuramı
bu coğrafyada eksiksiz bir
realitedir. Hortlakların ve cinlerin tam ortasında olduğumun farkına
varınca,
Stirner’i de yanımda bana eşlik eden bir cin olarak
görmeye başlıyorum.
Herkesin bir ve birden fazla cin kovaladığını ve yine herkesin bir ve
birden
fazla cin tarafından kovalandığını birebir görüyor ve
hatta dokunuyorum her bir
cine. Cisimleşen düşüncenin yanısıra, bazı
düşüncelerin özne dediğimiz
kişilerden daha da özneleştiklerine tanık oluşum, kişilerin
birbirlerini
öldürmelerini normal görmemi sağlıyor;
öldürülen, kişi değil; ete-kemiğe
dönüşmüş düşüncedir.
İnsanlar, kendilerini ve birbirlerini birer düşünce
olarak
algılıyor ve birer düşünce olarak da
öldürüyor. Öldürme
ediminin bu kadar
sıradanlaştığı bir ortamda “bu ülkede insan
yaşamının değeri kalmamıştır”
tümcesi, bu ülkenin insanlardan oluşmadığını,
düşüncelerden oluştuğunu analizliyor
sadece. Hayaletin bedenleşmesi. Stirner’in kuramlarının bu
denli gerçekleşmiş olmasını
görmek nihilist bir haz.
Sadist-mazoşist
bir ilişkide karşılıklı yapay bir sorumluluk mevcuttur; buradaki
sorumluluk
sevgi kayıbının getirdiği boşluğu doldurmaya çalışan sonsuz
bir boşunalıktır;
asla doyum sağlamayan sonsuz bir tekrardır. Oysa sevgi besleyen bir
karakter,
aynı zamanda özgürleştiren bir sorumluluk yaşatır;
Sartre’ın felsefi bağlamda
anlatmak istediği sorumluluk da budur. Sevgi hem
özgürleştirir hem de Ben’i
Sen’le kaynaştırır. Sevgiyi yaratan sevgi nesnesi değildir,
sevmeye özgü olan
bir’leşme karakteridir. Anne-çocuk,
Ben-Öteki. Kendini sevmek bu ilişkinin bir
doğal sonucuyken, sadist-mazoşist ilişki kendini tanrılaştırmak,
kendine
müptelâ olmaktır; tam anlamıyla narsisist bir
karakter içeriyor. Etin hayalete
dönüşme sürecinde bu türden bir
ilişki toplumu değiştiren baş faktördür.
İstanbul hüsranlar kentidir: Cinsel
hüsran, psikolojik hüsran, pedagojik
hüsran, düşünsel hüsran, etiksel
hüsran ve bedensel hüsran. Hepsini estetik
hüsranda toparlayabiliriz. Goethe’nin dramları
komedya olarak okunabilir,
Shakespeare’in komedyaları dram olarak okunabilir; anlık
psikolojik durum
belirleyicidir. İstanbul hüsranında böyle bir
kategori yapmak olası değil,
neyin komedya ve neyin dram olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Olayın
başlangıcı, prosedürü ve sonucu
bütün kuramsal kriterleri aşar. Yalnızca olayda belirlenir figürlerin
rolleri, hiçbir
şey planlanamaz öncesinde; sokağa çıktıysanız
sokağın bilinmez gücü
belirleyecektir yazgınızı. Bana öyle geliyor ki, komedi ve
dram dışında başka
bir kategori aramak gerekiyor. Örneğin:
Düşünce, insanın yerini aldığına göre,
varolanın temel dönüşümü
söz konusudur. Kafka’nın
“Dönüşüm”ündeki
Gregor,
insanken de ve hayvanken de aynı kişidir; aynı karakterdir, aynı kişi
bilincine
sahiptir. Oysa benim sözünü ettiğim
dönüşüm, tam yetkin bir
dönüşümdür, öyle
ki, dönüşen, bilincini kaybetmiştir, başka bir
karaktere, başka bir kişiye
dönüşmüştür, beden olarak aynı olsa
da. Kafka’da değişen bedendir, burada
değişen kişiliktir: Düşüncenin
gerçekleşmesi arı insanı
öldürmüştür. Tam
olarak: Tamamlanmış bir Cinler Saltanatı.
Hoş geldiniz cinler âlemine! Ve hoş
geldin hortlaklar diyârına, Sevgili
Stirner. Bundan böyle sadece büyük annenin
cin gördüğünü iddia edemezsin
artık.
Sen de bir cinsin, hem de âlâsından.
Rengârenk giysilere bürünmüş
düşünceler
bir an önce gerçekleşmek için can
atıyor, can veriyor ve can alıyor.
Birbirlerinin kanını içen bu kutsal hayaletlere eşlik
ederken, şarabın
yasaklanması anlaşılır geliyor artık. Cinler, şarap yerine kan
içerler. Ve
Derrida’nın bir deyimiyle “hayaletlerin
çektiği bu halayda” her biri birer sanrı
gibi etrafımda uçuşup duruyor, ağızlarından salyalar
akıtarak. Kendi
bedenlerine besledikleri nefretten dolayı, kafalarında yarattıkları
hortlakları
kutsadıktan sonra, kendi bedenlerini onlara konak olarak sundular. Cin
çarpılması buna denir. Etten yapılma cin. Kafadaki fantasma
reel bir bedene
sahip hayaleti doğurdu. Bu, Kendi’nin önce
altüst edilmesi, sonra da yok
edilmesi demektir. Evet, insanın kendisine karşı en
büyük zaferi budur.
Stirner: “Hayalet, bedenin kılığına girmiştir; insan
tüyler ürpertici bir
hayalettir artık.”
Tini hayaletle eşit tutarak Hegel’in
tinsel dünyasının Hıristiyanlıkla
örtüştüğünü betimleyen
Stirner, tin-beden ikilisinin bütün tinsel
öğretilerin
zemini olduğuna da vurgu yapar. Tanrı’nın
oğlu İsa, zaten etten yapılma bir
hayalet değil midir? Tinsel dünya, irrasyonel
üst-benin ete dönüştürmeye
çalıştığı hayaletler dünyası değil midir?
Marx’ın komünizmi etleştirilmeye
çalışılan bir ideolojik hayalet değil midir?
Marx’ın komünizme dair ironik bir
vurguyla seslendirdiği “Avrupa’da bir hayalet kol
geziyor” tümcesi, Stirner’in
Marx’ta öngördüğü ve;
Marx’ın Stirner’i okuduktan sonra kendinde
gördüğü
hayaletin felsefi-siyasal yansımasıdır.
Bu hayalet, bedenleşme
prosedürünü başlatıp ama tatamlayamadan
yerini eski
bir hayalete bıraktı: Din hayaletine. Komünizm de
birçok izm gibi ancak tinsel
bir hayalet olarak kol gezmeye devam etmektedir.
Türkiye’de hayalet, bedene
yerleştikten sonra kendi saltanatını eksiksiz kurabilmiştir. Hayaletin
son
tümcesi: “Bu ülkede insan yaşamının değeri
kalmamıştır.” Bunun açılımı: Hayalet
ete-kemiğe büründü. Dolayısıyla:
Hiç kimsenin İsa’nın etini ekmek
parçacıkları
olarak yemesine ve kanını da şarap olarak içmesine gerek
kalmadı. Hayalet kendi
etini yedi ve kendi kanını içti.
|
|